Pages

Subscribe:

CEVŞEN DUASI

B

22 Ekim 2012 Pazartesi

AŞK KALEME DEĞİNCE - XIV-♥





 
Birazdan ayrılacağım İstanbul’dan. Çocukluk hatıralarını tozlu raflara bırakıp gurbete çıkanlar gibiyim. İçimde tarifsiz/sebepsiz bir hüzün.

Sanki gidip dönmeyeceğim, ya da döndüğümde İstanbul olmayacak. Neredeyse bir haftadır tehir ediyordum bu yolculuğu. Ama artık tehir edemem. Zira hayat ne tehir etmeye, ne de beklemeye gelmiyor.

İstemeye istemeye yükleniyorum  çantamı ve atıyorum kendimi dışarı. Aldırmıyorum yağmura, yürüyorum usul usul. Koşuşturan insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan vedalaşıyorum İstanbul’umla..

Ah İstanbul
Yine tutamadın kendini
Ağlıyorsun
Tüm sokaklarını
Gözyaşınla yıkıyorsun
Ağla İstanbul ağla
Yalnız sokaklarını değil
İnsanlarını da yıka…

Sonra ölümsüz dizeleri geliyor aklıma üstadın:

“Kavuşmak nasıl olmaz / Madem ki ayrılık var..”

Metrodayım nihayet. Her zamankinden daha kalabalık sanki bugün. Mutsuz insan siluetleri karabasan gibi çöküveriyor ruhuma. Daralıyorum..

Kulaklığımı takıyorum ve sıyrılıyorum bu ruh halinden. Zamanda tatlı bir seyahate başlıyorum Erkan Oğur’un buğulu sesiyle:

“Bülbülüm altın kafeste
Öter aheste aheste…”

Birkaç durak sonra atıyorum kendimi dışarı. Otogardayım. Otogar her zamanki hengamesinden çok uzak. Sessiz.. Terk edilmiş bir kent gibi adeta. Hızlı adımlarla, adeta koşarcasına gidip biletimi alıyorum.

Beni İstanbul’ dan ayıracak otobüsün koltuğundayım nihayet.

Yağmur damlacıkları dövüyor camı. Ve yalnızlık biraz daha hissettiriyor kendini. Okumaya çalışıyorum ama nafile. Duygular zihnimde öylesine raks ediyor ki, okuduğum sayfanın tek bir satırını bile anlamıyorum.

Bu durumun sebebi kitapmışçasına, öfkeyle kapatıp atıyorum çantama. Ve uzanıp arkama kendimi dinliyorum.

Ne çok şey geçiyor yüreğimden bir bilsen..

Ve ne çok şey söylüyor yüreğim, dinlesen…

Yaşadığım her şeyi fazlasıyla önemsediğimi, kutsadığımı ve derinleştirdiğimi düşünüyorum.

“Dünyada aşk diye bir şey varsa bu kesinlikle benim yaşadığımdır.” diyordum.

Yanılmışım..

“Ne kadar yer tuttuysan bende, sende o kadar yerim vardır.” sanıyordum.

Yanılmışım.

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varken, beni Leyla eden bu sevdanın sendeki ederi bir yıl bile değilmiş

Kızıyorum kendime
İçimde savaş var
Duygularım un ufak
Duyuyor musun
Kopan çığlıkları
Ve
Yüreğimde
Can kırıkları..


Meğer
Bir lekeymişim yüreğinde
Yanımdayken sen
Zaman durmuş
Ben yitmişim
Yaklaştıkça sana
Benden uzağa gitmişim..
Ve
Sen olayım derken
Tükenmişim bitmişim


Ya sen vefasız
Çoktan unutmuşsun
Yokluğumda bile
Vurmuşsun
Yetmemiş
Bir de yeni sevda bulmuşsun
Gözün aydın olsun
Ne diyeyim
Canın sağ olsun.
Öyle ya
Ben sana can derdim..
Şimdi
Derdimi güle verdim
Haykırıyorum…


Sevdalar uslanmasın
Yağmurlar ıslanmasın..
 

12 Ekim 2012 Cuma

Ey Sözümü İşiten Dostum;

Fotoğraf: Ey Sözümü İşiten Dostum;
Söz, yürekten çıktığı zaman ancak yüreğe gider. Sen de sözlerini yürekten söyle. Sana söyleneni iyi dinle. Yürekten geleni al, keder vereni bırak. Güzele çağıranı al, boş olanı bırak. Rûhunun istediğini al, istemediğini bırak..
Hayat önemlidir. Neş’elen ve gül. Hüzünlen ve ağla. Ne yaparsan yap, ama ALLAH rızası için olsun yaptığın. Gördüğün göreceğin ALLAH rızası için olsun...
Sana rahmet veren Rahman’dır. Merhamet veren, şevk veren, ümit veren, sevinç veren, hüzün veren. Sana yoldaş olan Rahman’dır. İyi bil ki, hiçbir yerde bir başına değildin. Bundan sonra da olmayacaksın. Her zaman yanında olan Rahman’dır.
Asla üç şey olma. Ümitsiz olma. Şükürsüz olma. Sabırsız olma. Mevlâ’yı bilen ümidi bilmeli. O’nu bilen şükretmeli. O’na inananın sabırlı olmalı her ameli.
O seni terk etsin, peşinden koş git. O yüz vermesin, sen ona yalvar. Sana, bilmen gereken ve öğrenebileceğin en değerli şeyi haber vereyim mi? Sahip olabileceğin en kıymetli şey, imanındır. ALLAH’a inan, mutlu ol. O’na dayan, güçlü ol.
Kimsen yok mu? Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katacak, kimsen yok mu? Sen ister “şu var” de, ister “bu”, istersen “yok işte, kimsem yok” de;
hakiki bir dostun kesinlikle var. Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katan ebedî dostunu, Rabbini unutma!
Ey Sözümü İşiten Dostum;
Sözlerim bitti. Işığım söndü. Kandilim tükendi. Sen bana kulak ver de, sözleri bitmeyene, ışığı sönmeyene, kandili tükenmeyene kulak ver. O’nu sev. O’na kendini sevdir. O’nun sevdikleriyle doldur yüreğini.(alıntı) 

Ey Sözümü İşiten Dostum;
Söz, yürekten çıktığı zaman ancak yüreğe gider. Sen de sözlerini yürekten söyle. Sana söyleneni iyi dinle. Yürekten geleni al, keder vereni bırak. Güzele çağıranı al, boş olanı bırak. Rûhunun istediğini al, istemediğini bırak..
Hayat önemlidir. Neş’elen ve gül. Hüzünlen ve ağla. Ne yaparsan yap, ama ALLAH rızası için olsun yaptığın. Gördüğün göreceğin ALLAH rızası için olsun...
Sana rahmet veren Rahman’dır. Merhamet veren, şevk veren, ümit veren, sevinç veren, hüzün veren. Sana yoldaş olan Rahman’dır. İyi bil ki, hiçbir yerde bir başına değildin. Bundan sonra da olmayacaksın. Her zaman yanında olan Rahman’dır.
Asla üç şey olma. Ümitsiz olma. Şükürsüz olma. Sabırsız olma. Mevlâ’yı bilen ümidi bilmeli. O’nu bilen şükretmeli. O’na inananın sabırlı olmalı her ameli.
O seni terk etsin, peşinden koş git. O yüz vermesin, sen ona yalvar. Sana, bilmen gereken ve öğrenebileceğin en değerli şeyi haber vereyim mi? Sahip olabileceğin en kıymetli şey, imanındır. ALLAH’a inan, mutlu ol. O’na dayan, güçlü ol.
Kimsen yok mu? Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katacak, kimsen yok mu? Sen ister “şu var” de, ister “bu”, istersen “yok işte, kimsem yok” de;
hakiki bir dostun kesinlikle var. Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katan ebedî dostunu, Rabbini unutma!
Ey Sözümü İşiten Dostum;
Sözlerim bitti. Işığım söndü. Kandilim tükendi. Sen bana kulak ver de, sözleri bitmeyene, ışığı sönmeyene, kandili tükenmeyene kulak ver. O’nu sev. O’na kendini sevdir. O’nun sevdikleriyle doldur yüreğini.

Seni anlatmaya dilim dönmüyor, gücüm yetmiyor.♥

 
Seni anlatmaya dilim dönmüyor, gücüm yetmiyor. Harfler, seni anlatmaya kafi gelmiyor!
Seni anlatmak için yeni harfler, yeni kelimeler bulmak gerek. ....hz pir ks

11 Ekim 2012 Perşembe

Mevlana’dan beş vakte beş yazı…

namaz  
Sabah Namazı;
Vakit seher? Zamanın rahmine sabahın nutfesi düştü az önce. Gün doğuyor yine ve yeniden.

Şimdi hatırla ki, sen de bir zamanlar yokluğun karanlığında yitiktin. Kimsenin adını bilmediği, hatırını saymadığı bir yetimdin. Hatırla ki, Rab bin seni yokluğun gecesinden varlık ufkuna eriştirdi. Unutulmuşluğun gecesinde bırakmadı seni. Rab bin seni sahipsiz de bırakmadı.

Şimdi seher vakti. Sıyrıl gafletin gecesinden. Sehere aç gözlerini. Rab bine aç kalbini. Uyan. Uyan ve an seni hiç unutmayan Rabbin’i. Herkes unutsa bile seni unutmayan Rab bini herkesin O’nu unuttuğu anda an! Kalk! Kalk ve miracına eşlik et En Sevgilinin [asm].

Şimdi sabah namazı vakti…


Öğle Namazı;
Vakit öğle… Güneş göğün en yüksek noktasında. Tıpkı gençliğin gibi. Şimdi gün de bir delikanlı. Heyecanlı ve telaşlı… Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, hiç akşam olmayacakmış gibi… Oysa güneş şimdi batmaya başladı. Zirveye erişen herkes gibi o da alçalmaya başladı. Akşama akıyor ışıklar artık. Bil ki gün akşamlıdır; bil ki yazın sonu hazandır.

Vakit öğle… O kadar gürültü var ki ortalıkta. Kalbinin sesini duyamıyorsun bile. Ruhunun sonsuza uzanan emellerine kör olmak üzeresin. Telaşların arasından sıyrıl, yer ayır ruhuna. Kalbini sonsuzluğa bitiştir. Alnını secdeye değdir.

Şimdi öğle namazı vakti.


İkindi Namazı;
Vakit ikindi. Gün ihtiyarladı. Güneş solgun rengini bırakıyor güller üstüne. Hüzün renkli bulutlar sardı göğü. Güneşin saltanatı bitmek üzere. Zevale akıyor ışıklar.

Hatırla ki, sen de bir ömrün ikindisine yürüyorsun. Tenin soluyor. Gözlerinin feri çekiliyor. Öbür kıyısındasın artık nehrin. Güz yaprakları gibi. Hem dalındasın hayatın hem de düşmeye hazırsın.
Rüzgârı bekliyor gibisin. İnceldiğin yerden kopmaya hazırsın. Hoyrat bir rüzgâr artık zaman.

Şimdi ikindi vakti. Secdeye koy alnını. Zamanın Sahibini selâmla. O’na konuş, O’nunla konuş; dualarını fısılda. Sonsuzluğa tutun hece, hece.

Şimdi ikindi namazı vakti.


Akşam Namazı;
Vakit akşam. Gün ölmek üzere. Güneş ışıklarını topluyor eşyanın üzerinden. Kızılca kıyameti kopuyor dünyanın. Kara kefenini giyiniyor gün. Gülün rengi soluyor, eşyanın cezbesi yitiveriyor.

Hatırla ki, senin de akşamın olacak bir gün. Ömrünün ışıkları solacak. Hayatının perdesi çekilecek. Dudaklarında donacak gülüşün güneşi. Zaman uçurumun olacak; gelen günün güneşi sana doğmayacak.

Şimdi akşam. Herkesin senden uzaklaşacağı ölüm anını hatırla ki, sen de şimdi herkesten ve her şeyden uzaklaşıp Rab bine yanaşasın. Seni sen yokken de bilen Rab bin, sen öldükten sonra da bilecek elbet.
Herkesin unuttuğu yerde seni bir O hatırlayacak. Hatırını yalnız O bilecek.Sen de O’nu an şimdi.

Şimdi akşam namazı vakti.


Yatsı Namazı;
Vakit Yatsı. Gün çoktan öldü. Güneş ışıklarını topladı. Gece hükmediyor âleme. Güneşin saltanatı bitti. Işıklar tükendi ufuklarda. Renkler ellerini çekti eşyadan. Gül soldu, gün soldu. Göğe yöneldi gözler.

Hatırla ki, Sen de unutuşun kara gecesine yuvarlanacaksın. Bir adın kalacak geriye. Bir mezar taşın hatırlayacak belki Seni. Belki o da unutacak.

Düşün ki, unutuşun koyu karanlığı çökmüş üzerine. Yokluğuna çoktan alışılmış. Unutuluşun hepten kanıksanmış. Kimsenin özlediği bile değilsin artık.

Hatırla bunları. Hatırla ki, çoklarının Seni unuttuğu bu gece, herkesi unutup Sen de O’nu hatırla. Çoklarının ışıklara kanıp sahte renklerin kuyularına daldığı bu gece, Rab bini an, Rabbine kan, Rabbine uyan.

Evet, işte Şimdi yatsı namazı vakti…

selam ve dua ile… 



Bana iki çay biri askıda…

  


Bana iki çay biri askıda…
Askıda çay, askıda ekmek, askıda yemek, askıda (İHTİYAÇ)…
Paylaşmanın en zarif hallerinden,


Fikirlerin en kıymetlilerinden, kısacası ne kadar uzaklardan gelse de oldukça bizden!
Akşam işinizden çıktınız evinize doğru yol alıyorsunuz ekmek almak için fırına uğradınız.Size iki ekmek lazımken üç tane parası verdiniz ve biri askıda dediniz, iki ekmeği alıp çıktınız.
Fırıncı abimiz hemen yazdı tabelasına “Askıda Ekmek-1″
Bunu gören yoksul arkadaş rahatlıkla fırına girdi, bir ekmek istedi, askıdan olsun diye ekledi; zaten parası ödenmiş olan ekmeğini aldı ve gitti…
Mutlu sona ulaşmak ne de kolay oldu di mi?
Zaman zaman aklımızdan çıksada sorumluyuz birbirimizden ve bu insanlığın en güzel yükü paylaştıkça hafifleyen…


Şükür Neredeydi ?

  


Şükür Neredeydi ?
Şükür….
Ne zaman kaybettik seni biz?..
Ve ne zaman bu kadar sitemkar,
bu kadar hoşnutsuz olduk..


Yediğimizin içtiğimizin, gördüğümüzün,
gezdiğimizin, işittiğimizin, hissettiğimizin,

tattığımızın, tuttuğumuzun,en mühimi,aklımızın

ve sağlığımızın,şükrünü ne zaman kaybettik biz?..

Biz şükrü kaybettik, stresle sardık bedenimizi..

Sinir sistemine yüklendik farkında olmadan..

ve ince ince ağlarla tüm vücudu kaplayan sinirler,

organları ve hatta zihinleri hasta etti,

geri dönüşümsüz hasarlar verdi..

Cilt ile sinir sistemi aynı kökenden yaratılmıştı,

ciltten çıktı hastalıkların kimileri..

Evet, sinirdi, stresti, mutsuzluktu, hoşnutsuzluktu,

karamsarlıktı, tatminsizlikti

ve şükürsüzlüktü hep şikayetlerimiz..

Dilimizden eksik etmediğimiz..

Ne ki, şikayetin ucu nereye gidiyordu, bilmediğimiz..

Şükrü bulsak yeniden, gelir mi

mutluluğumuz, huzurumuz,

kanaatkarlığımız, ruh ve beden sağlığımız??..

Neydi isteyip de alamadıklarımız??

Daha iyi bir ev mi, araba mı, giysiler mi,

yiyecekler mi, turlar geziler mi?..

Başarı mı, övgü mü, itibar mı, kibir mi?..

Uğruna mesailerimizi, emeklerimizi,

zihnimizi harcadıklarımız?..Neydi sahi”aradığımız”..

Aradığımız, aslında kaybettiğimiz “şükrümüz”dü..

Başka hiçbir şeyle dolmazdı

içimizdeki boşluk ve hoşnutsuzluk..

Ama şükür yoktu ortalıkta,

ve içlerimiz

bomboştu..

Hayatlarımız, bir ucundan delinmiş çuvaldaki

tanelerin boşalması gibi boşalıyordu..

Boş bir çuvala dönüyordu..

Püff dese rüzgar; düşecek, yıkılacak bir çuval..

İman zedeleniyordu, hayat boşa sarf olunuyordu..

Her yerde bir kayıp esintisi, esip duruyordu…

Ama yaşlı bir teyze buldu onu..

Ekmek bulamadığı günlerde, onunla doydu..

Ölmekten değil, ölmemekten korktu..

Açlığa ve hastalığa sabretti..

İşte, tüm mesailerini dünyalık emeller,

hırs ve ihtiyaçlar için sarf etmemişti,

çuvalında bir tanecik buğday yoktu belki..

Ama hepimizden büyük bir serveti vardı..

Şükür..

O şükür dedikçe ışıldadı gözleri…

O şükür dedikçe utandım gözlerimden..

Şükür.. dedim..

Neredeydi?..

Rabia Nazik KAYA

Ey Ğafur-u Rahim!

 


Ey Ğafur-u Rahim! Elimi günahtan koru! Dilimi günahtan koru! Belimi günahtan koru! Gözümü günahtan koru! Kulağımı günahtan koru! Havass-ı zâhiremi ve bâtınamı günahtan koru! Bin kere bozmuş olsam da, tövbemi kabul et! Âmin.
Ey Hâdî-i Rahîm! Üzerimize hidayetini artır! Lütfunu artır! Rahmetini artır! Merhametini artır! Bizi hidayet üzere müstakim eyle!! Bizi istikamet üzere sabit kıl! Bize sebat ü…

zere muvaffakiyet lütfeyle! Tevfik ve hidayette ihlâsımızı eksik kılma! Âmin!

Ey Mabud-ı Bilhak! Ubudiyetimizi kemale erdir! Kulluğumuzu tamama erdir! Kusurlarımızı bağışla! Namazımızı tadil-i erkâna ulaştır! Rükünlerimizde ihlâsı müyesser kıl! Hükümlerimizden hikmeti kaldırma! Ruhumuzu İnsaniyet-i Kübra sırrına ulaştır! Din-i Mübinini anlamayı ve yaşamayı bize pahalı kılma! Âmin!
Süleyman Kösmene

9 Ekim 2012 Salı

Yaşantıyı seyretmezsen seyretmeyi öğrenemezsin ki ...





Yaşantıyı seyretmezsen seyretmeyi öğrenemezsin ki
daha yaşantıyı seyretmeyi öğrendikten sonra sahneleri
yorumlamak var
yönetmeni anlamak var
kendi hayatın olduğunu farkedip başrolü kapmak var



 

Sahneye sen gelirsin bu günden başka tüm düşünceni atarsın
ve bu gün bulunduğun yeri apartmanın giriş katı dersin
bu gün bulunduğun kattan dünyaya bakarsın
görebildiğini anlamaya çalışırsın

Sonra hadis i şerifi bir daha okursun
ve ertesi günü apartmanın birinci katına çıkarsın
tekrar dünyaya baktığında görebildiğin alanın genişlediğini görürsün
üstelik zemin katında s
ana yakın olanların da (ister insan ister dert ister zevk)
bir miktar uzaklaşmış olduğunu görürsün
ancak şimdi bulunduğun kata ait de sana yakın insanlar dertler ve zevkler olduğunu göreceksin


 Sonra hadis i şerifi bir daha okursun
ve bir sonraki gün bir kat daha çıkarsın apartmanda
yine dünyaya baktığında bir önceki günden daha geniş bir alan gördüğünü
ancak daha az sayı
da yakın insan olduğunu zevklerinde azaldığını
ancak yüksekliğinde bir çeşit baş dönmesi yaptığını farkedersin
İşte burda o yukarı kata çıkarken kullandığın yola
(Allahın ipine) sıkı sıkı sarılmazsan kibir gelir ve ayağın kayar
tepetaklak geldiğin yere çakılırsın.....
amma ve lakin katları yukarı tırmanışına devam edersen
dünyanın da küçüldüğünü değersizleştiğini
asıl olanın yolculuk olduğunu farketmeye başlarsın

işte bu apartman İLİM dir


hadi yolculuğun hayırlı olsun

vesselam....

 
 
 



DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ

 


Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığında
n anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.

Hz. Mevlana’nın aşkı tarifi ♥

Fotoğraf: Hz. Mevlana'nın aşkı tarifi

Ateşin olduğu yerden nasıl dumanlar çıkarsa, bir gönüle aşk şimşeği düşünce, artık o gönülde bir başka gönül kesilir. Katır çobanı incinin kıymetini bilmediği gibi, sıradan adamlar da âşıkların halini bilemez. Âşık kimse bir an dünyaya dalıp huzur bulursa aşk ondan yüz çevirir. Maşuk da araya binlerce perde çeker. Aşk hançerinin ciğerde açtığı yara ilaç kabul etmez. Onun şifası sevgilinin yüzüdür. Şimdi aşk padişahı Hazret-i Mevlânâ konuşsun. O söylerse güzel söyler:

“- Aşk, yüzüme binlerce nükteler yazdı; aşıksanız gönlümün halini görün de okuyun.
Ne kadehtir her an aşıklara sunulup duran kadeh; erseniz siz de bu çeşit kadehi alın, çekin!
Balıkların suyu da denizdir, ekmeği de; balıksanız ne diye ekmeğin dudağına aşıksınız?
Mihnetlerle, eziyetlerle dopdolu bir kırba var, adı benden. Atın taşı, kırın o kırbayı da tamamiyle kurtulun gitsin.”
.....
“Sevgilinin gam güneşiyle zerre-zerre olduk; senin içindeyse böyle bir heves belirmedi bile; uyuyakal.

Onun razılığını aramak için su gibi koşup duruyoruz; o nerdeymiş, derdin bile değil, uyu sen.”

“Gökyüzünde aydın ay, yıldızların arasında nasıl belirir, görünürse aşık da yüzlerce kişi arasında öyle belirir, öyle görünür.
Akıl, bütün yolları-yordamları bilir de aşkın yolunu-yordamını bilmez, şaşırır kalır.
Aşk ab-ı hayatından tadan kişi, Hızır'ın gönlüne sahiptir; arı-duru sular, güzelim kaynaklar hiç olur, hiçe sayılır onca.”

Evet: Aşk kuşu her başa konmaz, âşıkların derdini de her tabib bilmez.
Ey dünya fidanında meyveler yetiştiren kimse; bir de gönül fidanında meyveler yetiştirmeyi dene... Sabah-akşam, gündüz-gece dünya ile boğuşup duruyorsun da eline gamdan başka ne geçiyor? Gam köyüne çadır kuranlar yine bin türlü dertle bu dünyadan kopup gideceklerdir.
Şimdi dikkat kesil, kulağındaki dünya pamuğunu çıkarıp at, dostun dosta ettiğine iyice bak...
Belh Sultanı İbrahim bin Edhem, tacâ tahta tekmeyi vurup Allah ( C.C) yoluna revan olmuştur. Bu yol çok çetin ve zahmetli bir yoldu.

Zehirle pişmiş aştan yemedikçe menzile varmak da mümkün değildi...
Nice belâlara, dertlere, felâketlere uğraya uğraya yoluna devam ediyordu...
Kıvrım kıvrım uzayan yollar onu nereye götürüyordu? Gidiyordu ya canı da dudağına gelmişti sanki. Dehşetli bir yağmur yağıyor, rüzgâr onu kuru yapraklar gibi savuruyordu. Soğuk ve tipi nefesini donduracak haldeydi.

Nihayet bin türlü zahmetle bir kasabaya ulaştı. Gariplik boynunu bükmüştü. Gidecek, sığınacak bir yeri yoktu ki...

Hz. Mevlana... 


Hz. Mevlana’nın aşkı tarifi

Ateşin olduğu yerden nasıl dumanlar çıkarsa, bir gönüle aşk şimşeği düşünce, artık o gönülde bir başka gönül kesilir. Katır çobanı incinin kıymetini bilmediği gibi, sıradan adamlar da âşıkların halini bilemez. Â
şık kimse bir an dünyaya dalıp huzur bulursa aşk ondan yüz çevirir. Maşuk da araya binlerce perde çeker. Aşk hançerinin ciğerde açtığı yara ilaç kabul etmez. Onun şifası sevgilinin yüzüdür. Şimdi aşk padişahı Hazret-i Mevlânâ konuşsun. O söylerse güzel söyler:

“- Aşk, yüzüme binlerce nükteler yazdı; aşıksanız gönlümün halini görün de okuyun.
Ne kadehtir her an aşıklara sunulup duran kadeh; erseniz siz de bu çeşit kadehi alın, çekin!
Balıkların suyu da denizdir, ekmeği de; balıksanız ne diye ekmeğin dudağına aşıksınız?
Mihnetlerle, eziyetlerle dopdolu bir kırba var, adı benden. Atın taşı, kırın o kırbayı da tamamiyle kurtulun gitsin.”
.....
“Sevgilinin gam güneşiyle zerre-zerre olduk; senin içindeyse böyle bir heves belirmedi bile; uyuyakal.

Onun razılığını aramak için su gibi koşup duruyoruz; o nerdeymiş, derdin bile değil, uyu sen.”

“Gökyüzünde aydın ay, yıldızların arasında nasıl belirir, görünürse aşık da yüzlerce kişi arasında öyle belirir, öyle görünür.
Akıl, bütün yolları-yordamları bilir de aşkın yolunu-yordamını bilmez, şaşırır kalır.
Aşk ab-ı hayatından tadan kişi, Hızır’ın gönlüne sahiptir; arı-duru sular, güzelim kaynaklar hiç olur, hiçe sayılır onca.”

Evet: Aşk kuşu her başa konmaz, âşıkların derdini de her tabib bilmez.
Ey dünya fidanında meyveler yetiştiren kimse; bir de gönül fidanında meyveler yetiştirmeyi dene... Sabah-akşam, gündüz-gece dünya ile boğuşup duruyorsun da eline gamdan başka ne geçiyor? Gam köyüne çadır kuranlar yine bin türlü dertle bu dünyadan kopup gideceklerdir.
Şimdi dikkat kesil, kulağındaki dünya pamuğunu çıkarıp at, dostun dosta ettiğine iyice bak...
Belh Sultanı İbrahim bin Edhem, tacâ tahta tekmeyi vurup Allah ( C.C) yoluna revan olmuştur. Bu yol çok çetin ve zahmetli bir yoldu.

Zehirle pişmiş aştan yemedikçe menzile varmak da mümkün değildi...
Nice belâlara, dertlere, felâketlere uğraya uğraya yoluna devam ediyordu...
Kıvrım kıvrım uzayan yollar onu nereye götürüyordu? Gidiyordu ya canı da dudağına gelmişti sanki. Dehşetli bir yağmur yağıyor, rüzgâr onu kuru yapraklar gibi savuruyordu. Soğuk ve tipi nefesini donduracak haldeydi.

Nihayet bin türlü zahmetle bir kasabaya ulaştı. Gariplik boynunu bükmüştü. Gidecek, sığınacak bir yeri yoktu ki...

Hz. Mevlana...

5 Ekim 2012 Cuma

Yine bir hazan mevsimi ♥

    

Eylül toparlandı gitti işte,
Ekim falan da gider bu gidişle....

Hayatınızın hangi anını, şiirden ırak tutabilirsiniz? “Yaratandan ötürü” yaratılanın da şiir olması doğaldır.
Yediğiniz ekmek, içtiğiniz su, soluduğunuz hava, üzerinde yaşadığınız toprak ve var edilenlerin hepsi şiirdir. Şiir, akıp giden zamandır. Eylül ayrı bir şiir, ekim ayrı bir şiir, kasım ayrı bir şiirdir.
Ümit Yaşar; “Sonbahar geldi yağmurla beraber / Boynu bükük duruyor kasımpatı” diyor. Bir başka şiiri, şiir dünyamızdaki sonbaharın karekteristik özelliğinin altını çiziyor: “ ..kederliydin sonbahar akşamları gibi / ve sonbahar akşamları kadar güzel” Evet. Kederin en güzelidir sonbahar. Şakaklarımıza düşen kardır, gönlümüze çöken sonbahar..
Şairler, duygularımızı yansıtırlar ve sonbaharla hüznü, sonbaharla melânkoliyi birbirine yakıştırırlar. Hüseyin Nihal Atsız “Sonbahardı... Seninle geçiyorduk o yoldan; / Topraklardan, havadan bir hüzün taşıyordu.” diyor. Dahası, sonbahara hazan mevsimi demişler. Yahya Kemal gibi:
“Kalbim yine üzgün, seni andımda derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden ...”
Hazan bahçeleri, ağaçların renk konusunda coştuğu yerlerdir. Yeşilden kızıla, kızıldan sarıya, sarıdan kahverengiye türlü türlü renkler ve bu renklerin türlü türlü tonları.
Edip Cansever, sonbaharı tanımlıyor:
“Hohlayıp siliyorum iyice / Gözlüğümün camlarını / Göğe bakıyorum gözlerimi kısarak / Güneye gidiyor bir leylek sürüsü”
Kendimi sonbaharın tatlı hüznüne kaptırmaya çalışırken radyodan bir şarkı duyuluyor: “ Alır gider beni sarı rüzgarlarıyla sonbahar..” Bir an için, hüznü, hazanı, melankoliye bir yana bırakıp da hayatın gerçeklerine doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorum:
Benim doğduğum topraklarda sonbahar keder, hüzün, hazan, umutsuzluk, bedbinlik, karamsarlık, melankoli ve bunlara benzer bir çok kelimenin tanımının, anlatmak istediği mevsim değildir. Sonbahar, özlemlerin, umutların, heyecanların ve vuslatın mevsimidir.
Benim doğduğum topraklarda, sonbaharın ikişer üçer gün arayla değişik adları vardır. Harman, harman sonu, bağ bozumu, bahçe bozumu, güz ekimi, koyun yuyumu, bulgur kaynatımı, bulgur sokusu ve daha başkaları... Harman sonu, koç katımı, bağ bozumu coşku içinde kutlanılan, içinde Tanrı’nın verdiği nimete şükürlü sevinçli, saygılı kutlu günlerdir.
Bir yıllık çalışmanın ürünlerini almanın mutluluğu, yarınlara bir şeyler bırakabilmenin güven verici huzuru vardır sonbaharlarda. Komşular arasında yardımlaşmanın, imece geleneğinin en güzel örneklerinin verildiği günlerdir. Bir yanda pekmezlerin kaynatıldığı, bir yanda eriştelerin kesildiği, kuskusların çevrildiği, bulgurların çekildiği günlerdir:
“Üğüt bulgurları göz yaşım gibi
Gah hayalim gibi, gah düşüm gibi,
Bak özlemle yanan şu döşüm gibi
Çürüttün ömrümü ah bulgur taşı.
İmeceler elvan elvan al gibi,
Türküler yükselir selvi dal gibi,
İçinizde benim yarim var gibi,
Acıtma elimi bek bulgur taşı.
Yar imeci, ben bacada gözlerim
Çok bekledim, sızıladı dizlerim
Ne çektimse senden çektim gözlerim
Akıt bulgurları sek bulgur taşı .... (E. Kuzucular)
Bu kadar mı? Turşular, salçalar, reçeller... Ama sonbaharı, asıl dört gözle bekleyenler gençlerdir. Hasadın bereketiyle başgöz edilecek, yuva kurdurulacak gençlerdedir. Onlar ki, bir an önce sonbaharın gelmesini, ürünün bereketli olmasını arzu ederler. Sonbahara umudun, özlemin, heyecanın ve vuslatın mevsimi deyişim bundandır.
Nerede okudum hatırlayamıyorum. Aşağı yukarı şöyle yazıyordu: “...Sonbahar, yazılmış şiirleri anlama ve onların içindeki sırların anlamına erme zamanıdır. Sonbahar, trenlerle yolculuk ederken, pencereden akıp giden ağaçlara bakıp zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlamanın tadıdır... Sonbahar renkli yaz düşlerinin, açık pencereden içeri sızan seslerin, vıcık vıcık müziklerin, bahçede oynayan çocuk seslerinin yavaş yavaş tükenmesi ve yerlerini huzurlu bir sessizliğe, hüzünlü bir iç dengesizliğe terketmesi mevsimidir.”
Bence doğru. Ama aksini savunanlar da var. Cahit Sıtkı Tanrancı, hatıralarıyla halleşirken, kanat çırpışın, cama vuruşun boşuna olduğunu, güllerin açmayacağını, ötenlerin bülbül olmadığını ve bu rüzgârın başka rüzgâr olduğunu söyledikten sonra çıkışmaktadır: “Ne istersiniz benden, / Bilmem ki hâtıralar, / Gelir gelmez sonbahar?”
Hazan bahçelerinden geçerken kalbinin üzgün olduğunu söylemekle yetinen Yahya Kemal, bu defa daha da karamsar bir tablo çiziyor:
“Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir veda;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir.
Günler hazinleşir, geceler uhrevileşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere.
Anlar ki yolcu yol görünür selviliklere. ......”
Bu kadar karamsar olmaya gerek var mı? Sonbahara ulaşmanın kazandırdığı hiç mi güzellik yok? Elbette var. Bakınız sonbaharın yararları neler miş:
“Piknik yapma derdinden kurtulursunuz. Tatil günlerinde evde aile sofrasında yemek yemek size zevk verir. Ev toplantılarının sıklığı artar ve özlediğiniz arkadaşlarınızı görürsünüz. Serin sonbahar havası, yüzünüze renk getirir. Rüzgarlı bir günde yanaklarınızın kızardığını hissedersiniz. Aşırı sıcaklardan yakınmazsınız. Soğuk içecek hazırlama derdinden kurtulursunuz. Ağaçlardan dökülen yaprakların kokusu sizi geçmiş günlerin anılarına götürür. Yeni başlangıçlar yapabilir, özlediğiniz kıyafetleri giyebilirsiniz.”
Bunlar işin şakası. Sonbahar, edebiyatımızın bir döneminin sembolü olmuştur ki, bu Servet-i Fünun’dur. Servet-i Fünun şairleri, insanla sonbahar arasında benzetmeler kurmuşlar, sonbaharın rengini, musikisini şiirlerinde bir besteci, bir ressam gibi yansıtmışlardır. Günümüz Şairlerinden Atilla İlhan’ın da böyle bir şiiri var: “Kadınlar sonbahar yapraklarını dökmeye başlar / Titrek dudaklarında sarışın bir keder / Nabız kaybolur kan susar dolaşım yavaşlar ...” diyor.
Edebiyatımızın daha sonraki dönemi olan Fecr-i Ati’de durum biraz değişiyor: Ahmet Haşim, bu mevsimde düşüncelere dalsa da dünyevi zevklerden vazgeçmiyor :
"Bir taraf bahçe, bir taraf dere, / Gel uzan sevgilim benimle yere;/ Suyu yakuta döndüren bu hazan, / Bizi gark eyliyor düşüncelere..."
Güz’lü, hazanlı, sonbaharlı yüzlerce şarkımız, türkümüz var. Şu anda radyomda bir şarkı başladı: “İnanki ağlamadım /Hüzünlüyüm sadece / Gözlerimdeki yaşlar çığ gibi / Yağar böyle her gece / Güz gülleri gibiyim .....” Belki arkasından “Yine hazan mevsimi geldi” veya “Her sonbahar gelişinde” diye bir şarkı söylenecek.
Şüphem yok ki; her mevsim gibi sonbahar da şiirin kendisidir. Duygularınızın pozitif yada negatif yüküne göre, istediğiniz yöne çekebilirsiniz. Ama ben derim ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleri kulağınıza küpe olsun:
“Durgun havuzlara işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle,ufuklara bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu yeter
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.”


Ahmet Özdemir



Hazan Mevsimindeyiz♥

  

En sevdiğim mevsime geldik;
Yapraklar sararacak, gök gürültülü yağmurlar yağacak.
Sonbahar, hüzündür,hazandır. Hüzün ve Hazan ise, ben demektir.