ASIRLARIN KÖRDÜĞÜMÜ
Bir yazgı, bir kader-i mutlak, olmayışın… Bundandır ki amansız bir
intizarda yüklü kaldı, uğruna hücrelerimize yaymaya adadığımız hisler…
Ne kadar da benzedi kalpler Bilal’inkine… Yanmaktan ancak kalpler anlar,
ateşten ziyade…
Seni sımsıkı, kenetlenmiş ve açılması zor bir
kördüğüm gibi sevdik! Ama bu kördüğüm inadından ve acımasızlığından
değil, çözülürse sensiz kalacağımız ve bir bir çözülüp biteceğimiz için
sağlam… Bu yüzden attıkça attık aşk düğümlerini; kalbimizin hakkını,
aşkınla iade ettik…
Sana asırlar boyu benzemek için didindik. Bu
derekeden adı “vefa” olan bir ipe tutunarak çıkabildik. Aşkımız vefanla
örüldü diye hayrete düştü Ebu Sufyanlar. Biz Hubeybce yürümeyi şiar
edindik, hakikate tutunduk ve hiç şekva etmedik…
Diyorlar ki
asırlar var aranızda… Diyorum ki nedir zaman? Her ne kadar acımasızca
geçtiyse de asırlar… Zaman mı ayırmış seni bizden? Yoksa kalpler mi
ayrılmış çoktan senden? Kokunu hissetmek maharet değil, aşk ister. Bu
köz tüm zamanları eritir, mesafeyi yok eder.
Diyorlar ki, bu ne
biçim aşk, hiç firak bitmez mi? Diyorum; aşk yorgun düşmez ki! Firak
aşkın yegâne mekânı ve makamı… Firak vuslata gebedir, her dem canlı…
Vuslat aşkın bahar yanı, maşukun tacı. Alnına konan iftihar öpücüğü,
elleri ısıtan divane bir tutuş anı… Vuslat bizim kördüğüm aşkımızın son
düğüm konağı… Zaman kayıp gider, vuslat avutur aşkımızı… Sana kavuşmak
ey Aşkın dayanağı, vuslatın asıl adı…
Bir kudret eli ki,
seninle hizaya getirdi âlemi. Bağrımıza kanatmayan bir ok sapladı.
Eğilmiş bedenler, büzülmüş niyetler dik durdu, ayıldı. Önümüze
öncülüğünü yaptığın bir yol bıraktı. Sağımıza kutlu doğumunla, solumuza
zaman üstü çağrınla, kendimize sesinle, yüreğimize sevginle yürüdük…
Sonra karanlıklar hayâ etti kara’sına ve aydınlık yarınlara büründük…
Diyorlar ki, şimdi devir değişti. Evet, doğru diyorlar! Senden bigâne
evler harab, ocaklar yıkılmış perişan, asıl zindan olmuş yüreklere
mekân. Nefsin dehlizlerinde hazlarının kurbanı olurken yaralananlar…
Evet, doğru diyorlar. Sensizken devir çok değişti…
Ey matem
libası giymiş gece! Yüzünü dünyadan çevirip hicaba bürünme vaktinde
misin? Ya sen umutsuz gözlerim! Şimdi kirli kirli taşıdığın dünya
merkezli bakışlarını, gözyaşıyla yıkama derdinde misin? Ey adını “ben”
“sen” koyduğumuz ümmetin fedaileri! Devir değiştiyse eğer, ruhumuzu
coşturan cezbedar güvercinlere özenmekten vaz mı geçeceğiz? Özgürlüğü
nefse teslim, aşkı cahile gelin mi edeceğiz? Haydi, benimle birlikte
“hayır” de ey kâinat! Ve sen, küçük kâinat olan insan! Özgürlüğü de
kurtuluşu da bulamazsın, böyle perişan…
Özgür kalmak ve kurtuluşa varmak için her birimiz Muhammedî olacağız. Allah-u Ekber!
Ve şimdi ey hasreti bile güzel Can! Attık üstümüzden bulutların
kasvetini… Gördük sonra şemsin himmetini… Hayran olduk ümmetçe yürürken,
toprağın şakirtliğini… Yaşarken her gün vuslatın yorgunluğunu, Efendim
hissettik Enes bin Nadr gibi cennetin lezzetini…
Yoluna
şehidler kanlarıyla asfalt döküyor. Nedendir bilir misin, hep gül
kokuyor… Musab’ın kefeniyle kefenlenmiş Sana gülüyor. Kalanlar arkasını
unutmuş, yürüyor! Efendim hepsi muhacir, ahirete yoksul göç ediyor…
Ey içimdeki kördüğümün müsebbibi! Tüm kelimeleri şikâyet ediyorum
hislerime, gör! Neden bu kadar aciz kalıyorlar hasretimi anlatmaya,
anlamıyorum. Senin için dizilmeye yetmiyorlar. En güzellerini göndermeye
gecikiyorlar. Ya hepsi birden hücum ediyor, ya da bir anda
kayboluyorlar. Söz dilsiz, ben yetersiz, ben aciz…
Ben Seni nasıl
yazayım? Adın kâinata yazılmışken… Herkes anlatır da ben seni nasıl
anlatayım? Ben bir damla sen bir umman iken? Sadece sensizlikten açılan
yaranın acısını döküştür benimkisi… Efendim, affet bu cüretimi!
Nidanla susar dünya, çığlıklar da dâhil… Sevginle biter elem, eller birleşir. Tebliğinle diner kavga, fitne ki büyük katil…
Şimdi günahları bir bir döktüm yollara… Tüm sevapları almak için
boynuma… Muhammedî bir edadır süs diye takındığım. İliklerime kadar gül
nefesiyle avunduğum… Bükmem dizlerimi ram olmuştur yoluna Efendim. Sana
seslensem, ötelerden beni dinler misin?
Gökyüzünü; yokluğunun vurduğu, kasıp kavurduğu dünyaya siper etmek geliyor içimden desem…
Gücümün çocuksu yumruğuyla ama işe yarar masumluğuyla dağları kaldırıp soysuzların yüzüne kapatmak istesem…
Ben bu ondört asırlık kördüğümü şahid ederek, sensizliğin adının aslında kopmaz bir bağ olduğunu söylesem…
Senli hayallerimde koşup bu kördüğümü Uveys’e götürsem…
Sevban’ın sabırsız aşkı sarsa her yanımı ve o da bir düğüm atsa da cenneti düşlesem…
Amine anamdan sorsam kutlu doğumunu, bir de ondan dinlesem…
Bütün yanık cümleleri aşkına korkmadan sarf etsem…
Seni unutarak büyüyen küçük insanlara ‘vitamininiz bu aş(k)tadır’ desem…
Ey sabrı avutan, ihlâsı zengin, dünyası fakir, hasreti bıktırmayan,
yokluğu yakan yar! Ben asırlara gömülecek olan aciz bir beden ve sana
meftun ruhum ile aşkına tutunan bir kölenim…
Ben yoluna kurban, ahlakına hayran, aşkına giriftar bir kölenim…
Sana köle olmak, nefse efendi olmaktır, bilirim…
Diyorlar ki, artık geçti! Evet, doğru diyorlar. Artık sensiz günler
geçti! Ben sana asırların eskitip yıpratamadığı ve yok edemeyeceği bir
sevgiye sesleniyorum. Asırlık ve üst üst üste binmiş bir aşk yumağının
sahibi olmakla iftihar ediyorum.
Ey Allah’ın ebedi hediyesi ve ey hasreti güzel Can! Ben seni kördüğüm gibi seviyorum…
Hacer Akiz