KAZANMAYA GİDERKEN KAYBEDİLENLER
Minareye kılıf hazırdı!
“Ey
iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz
Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i İmran; 102)
Bir
eksiklik var bir yerlerde, bir kopuşun hikâyesi bu. Sımsıkı tutunmamız
gereken bir ipin, bilerek ve isteyerek bırakılışı gibi. Uçurumların
eşiğine gelmek ve oradan düşeceğini bile bile geriye dönmemek gibi. Hep
uyumak ve hiç uyanmamak gibi…
İki yol vardı önümüzde
iyi ve kötü...
Bir
gün, üçüncü bir yol daha eklendi hayatımıza. Nasıl olduğunu anlamadan
beliriverdi yanı başımızda; bizim sandığımız fakat bizden olmayan,
olmaması gereken hayatlar.
Sorgusuzca kabullendik, sanki bize uyar gibi, düşünmeden, telaşlanmadan kabullendik ve başladık o yeni hayatları yaşamaya…
Öyle hayatlar ki; ne çok iyi nede kötü.
İyilikle
kötülüğün çarpıştığı, iradenin şaştığı, aklın karıştığı bir yol uzandı
önümüzde. Ne garip, değişti her şey aniden. Küçük sandığımız dünyamız
büyüdü birden bire. Yeni simalar, yeni dimağlar ve yeni kazançlar.
Yavaş
yavaş özünü kaybetti, dünümüzde yaşanan ne varsa. Dünyaya ait yeni
şeyler eklendikçe heybemize, daha çok kabarır oldu iştahımız.
İştahımız
kabardıkça biz küçüldük. Yeni şeyler kazanma derdine düşerken, tahrip
ettiğimiz manevi değerlerimiz, dinimiz, diyanetimiz, yeni yaralar açtı
durdu gönül âlemimiz de…
Gören gözler görmüyor artık, yapılan nasihatler faydasız.
Biz
“Her şeyin en doğrusunu yapıyoruz ya!” öyle diyor nefsimiz. Oysa
gözlerimizde devleşen isteklerimiz, Hak katında değeri olmayan küçücük
şeyler.
Biz küçük şeylere takıldık kaldık yok yere.
Çelişkiler aldı gitti başını hayatımızda, iç başka dış başka. Dilimiz başka halimiz başka.
Her şeyi yıktık, yeniden inşa etmeye kalktık, sabit ve değişmez olan dinimizin kurallarını…
Nefsimiz
can atıyor diye, dünyalık eşyaya, kendimizce fetva bulmaya başladık.
Minareyi çalan kılıfını hazırlar ya, o misal. Biz de çoktan çaldık
minareyi. Kılıf mı? O hazırdı bile!
Nefsimiz ne derse yaptık
Birilerinin
başı örtülü ama etekleri kısa veya pantolonlu. Örtü ayetine tepeden
tırnağa ters düşen, Yaradan’ın emriyle alakasız bir şekilcilik zuhur
etti. Rengârenk giysiler donattı sokakları, fetva hazırdı; “Olsun, moda
bu, ne yapalım şimdi devir böyle” dedi, içini rahatlatmak isteyenler…
Birilerinin
komşusu aç ama kendisi tok, komşusunun fukaralığından haberi bile yok.
“Benim daha çok ihtiyacım var. Hele şu evi, şu arabayı bir yenileyeyim,
daha sonra” dedi vicdanını susturmak isteyenler…
Birileri faizin
haram olduğunu çoktan unutmuş, “Ne çıkar, artık kazanmanın usulü böyle.
Ticaret bu, olmazlar da olmalı bazen” dedi gözü doymak bilmeyenler…
Yanıyor sokaklar, yanıyor evler, yanıyor yürekler!...
Yok mu gören? Yok mu bu yangınları söndürmek isteyen?
Biz
kendi isteklerimize göre hareket eder olduk. Hakka karşı vefasızlık baş
gösterdi, başkalarının doğrudan sapması bizi kendimize getirmesi
gerekirken, biz de onların peşinden gittik. İzlerini takip ettikçe
izimizi kaybettik. Yol saptı, akıl şaştı.
Karıştı her şey, hal
diliyle örnek olması gereken biz Müslümanlar; hal dilini unuttuk, bir
Müslüman’ı andırmaktan bile uzağız şimdi. Dışımız yıkılmaya yüz tutmuş,
harabe evleri anımsatır hale geldik.
Haram dediğimiz şeylere el
uzatırken yanmıyor elimiz, dil uzatırken yanmıyor dilimiz, meylederken
gönlümüz yasaklara; ıstırap duymuyor yüreğimiz. Bizi dünyaya bağlayan
metalar çoğaldıkça hayatımız da irademiz de üçüncü yola takıldı kaldı,
gönlümüz o yola kapıldı.
Akıllıca olanı yaptık, karlı olanı tercih ediyoruz, sandık.
Oysa yanıldık çok yanıldık.
Uyanmalı artık…
Haramlar
mubahlaştı, helaller rafa kaldırıldı. Çünkü helal olan, nefsin sınır
tanımaz arzularına yetmedi. Yetmeyince de “Bu da olsun, şu da olsun, ne
olacak ki, kime ne zararı var ki…” tarzında cümleler kol gezdi dört bir
yanda. Hakkın hoşuna gitmeyen hayatlar şekillendi yavaş yavaş…
Maddi
boşluklar doldu dolmasına ya, manevi boşluklar ne olacak? Umursamaz
tavırlarımız nereye kadar, nereye kadar dinimizden bir haber
yaşayışlarımız?
Kurallar, çiğnenmek içinmiş öyle mi?
Hayır, öyle
değildir. Allah’ın ayetleri kural değil mi? Kanunlar ve yasalar hayatı
düzenlemek içindir. Kuranı Kerim, Allah’ın kanun ve hükümleridir.
Doğrular bunlarken, neden sırt çevirdik bunlara?
Başımıza gelen dertlerin, yaşadığımız problemlerin sebebi, özümüzden kopuşumuz, dinimizi unutuşumuz değil mi?
İslam’ın
anlamı teslim olmak değil midir, biz nasıl bir teslimiyet noktasındayız
ki dışımızı kendi istediğimize göre şekillendiriyoruz?
Biz Müslümanlığın neresindeyiz ki cebimiz para görünce Allah’ı unutuyoruz?
Biz
nasıl Müslümanız ki gösterişli evlerde, saraylarda O’nu arıyoruz. Saray
dediğimiz, ha yıkıldı ha yıkılacak dört duvar değil midir? O’nsuzken...
Galiba teslimiyetimizi yanlış yerlere yaptık.
Allah
bizim yaratıcımız, halimiz ne olursa olsun, kazancımız ne olursa olsun,
O hep bizim Rabbimiz değil mi? Öyleyse neden zaman, mekân ve
hayatlarımız değişince unutuyoruz O’nu?
Ya da neden, O’nu unutturan şeylere bu kadar meylediyoruz?
O’nun verdikleriyle idame ettirmiyor muyuz hayatımızı?
O’na muhtaç değil miyiz, her an her saniye?
Kazandıklarımız O’nun emanetleri değil mi?
Ve O’nun istemesi halinde, bir ömür harcayarak elde ettiğimiz kazançlarımız bir anda çıkıp gidemez mi ellerimizden?
“Benim”
demeye hakkımız yok, hep “O’nun” dememiz lazım. Nankörlüğün lüzumu yok,
olmamalı. Nankörlük çıkmaz sokak gibi değil midir?
Kazandığımız
dünyalıklar bize vazifelerimizi unutturmamalı, lakin unutunca, kendimizi
soyutlayınca, Allah’ın koyduğu kanunlardan ve kurallardan manevi
kayıplarımız çoğalıyor.
Cennete senedimiz varmış gibi rahatça
gülebiliyor, rahatça uyuyabiliyoruz. Yarın geç kalabiliriz, telafi etmek
için hatalarımızı ve ayıplarımızı.
Şimdi uyanmalı ve hatalardan
dönmenin yollarını aramalıyız. Ve bir köşeye oturmalı tepeden tırnağa,
içten dışa süzmeliyiz kendimizi.
Allah’ın isteklerine uymayan görüntümüzü, halimizi, tavırlarımızı bir bir elemeliyiz.
Biz, Allah’ın sevgisinden elenmeden…
ZEYNEP YETER ASLAN
