Aşka müşteri canlara,
Rabbinizden af ve mağfiret dileyin, sonra günahlarınızdan tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Çünkü Rabbim Rahîmdir, Vedûd’dur. [Hûd:90]
Rabbinizden af ve mağfiret dileyin, sonra günahlarınızdan tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Çünkü Rabbim Rahîmdir, Vedûd’dur. [Hûd:90]
Fıtratı
aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-i aşk olan âriflerden, gündelik
heveslerine “sevgi” deyip bir ömür boyu tüketen/tükenen zamane
sevdalılarına! ikrâm olunur.
Nîce bu hasret-i dildâr ile giryân olayım
Yanayım ateş-i aşkın ile büryân olayım
Nîce bu hasret-i dildâr ile giryân olayım
Yanayım ateş-i aşkın ile büryân olayım
Sinen içre nur-ı zikr ile uyandır bir çerağ
Ol çerağın şulesiyle görüne dîdâr-ı Hak
Asılların aslı olan kelimelerini, “El-Vedûd” ismine tecelli kıldığı kimselerin kalbine aktarmakla, huzuruna kabul buyuran Hazret-i Vedûd’a şükürler olsun…
Ol çerağın şulesiyle görüne dîdâr-ı Hak
Asılların aslı olan kelimelerini, “El-Vedûd” ismine tecelli kıldığı kimselerin kalbine aktarmakla, huzuruna kabul buyuran Hazret-i Vedûd’a şükürler olsun…
Cenab-ı
Mevla ve tekaddes hazretleri, cümle isimlerinin kemal manasıyla
“Mirat’ı mücella”sı olan Habibi Kibriya aleyhi ekmelittehaya
hazretlerine, şanına lâyık, makam-ı âlilerine mutabık bir kıvamda, gül
yüzünü görmeden ah û figan eyleyen aşıkları nâmına, salat ve selam
eylesin O’na…
Aşıkın aşkını dile döktüğü göz yaşiçün…
“Artık
mektup yazmaz” oldun buyurdu dostum, neyleyelim şimdi feryadım azaltıp
aşktan yana meylimizi arttırdılar. Nasıl ki ateş, çok alevlenince
dumanı(azalır) çıkmaz olur…
Serlevha
ayeti aşk ile bir daha okuyalım, Halîm ve Reşîd bir Peygamberin
dilinden Cenab-ı Allah “vedûd” olduğunu ilân ediyor. Yolumuzda, Allah
ile kul münasebetlerde sevginin yerinin ne derece yüksek olduğunu, tek
başına bu isim bile göstermeye yeter. Zira Allah’ın yaratıklarını çok
seven ve onlar tarafından çok sevilen olduğunu bildirir. Kulların en
ideal vazifeleri yaratana kulluk olup duyulan bu duru sevginin ifade
edilmesinin en ileri şekli de “tapınma” dır. Allah’ı çok sevdiğini iddia
eden, “taparcasına seven” elbet O’na daha çok ibadet edecektir.
“Vedud”
ismini tekrar ile kulluğunu takrir eyleyen âşık-ı sâdık “Abdulvedûd”
diye isimlendirilir. Bu mertebe mensupları hakkında “Allah onları,
onlar da Allah’ı sever” buyrulmuştur. O ki Vedûd ismiyle hem cemalini, hem cemal tecellisi olan esmâsını, hem esmasının cemalini gösteren sanatını, hem cemalinin aynası olan yarattıklarını, hem de yarattıklarının güzel hallerini (mehasin-i ahlâkını) sevmektedir.
Cenâb-i
Hak, kendi cemâlini ve esmâsını sevdiği gibi, cemalinin ve esmasının en
parlak aynası (mirat-ı mücella) olan Habibi Kibriya Efendimiz’i (asm)
de sever ve O’na benzeyenleri de derecelerine göre sever. Yine
mahlûkatının güzel ahlâkını sevdiği gibi, güzel ahlâkın en yüksek
mertebesinde olan Peygamber Efendimiz’i (asm) de sever ve O’na
benzeyenleri de derecelerine göre sever… Zaten ilk önce kâinâtın Sultânı
muhabbet etti O’na. Ve bunu ilan etti âleme “Habîbim” diyerek. İlâhî
aşkın merkezine onun sevgisini yerleştirdi. Sâdece O’nun sevgisini meşk
edene ve O’nun gönül mektebinde aşk dersi alana açtı muhabbetinin
kapısını. Çünkü el-Vedûd olanın en büyük muhabbet tecellîsi onda zâhir
olmuştu.
Cenâb-i
Hakk’ın sevgisini kazanmanın, Peygamber Efendimiz’e (asm) benzemekle
olacağı hakikatı Kur’ân-i Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Eğer
Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin”
[Âli-imrân:31] Ayette geçen “Allah’ı seviyorsanız” ifadesi, imanın
sevgiye dönüşmesi ve sevginin üzerinde inşa edilen kulluğun kemâle
ermesi bakımından pek mühimdir. Bakara suresinin 165. ayetinde
“…İnananların Allah sevgisi her şeyin üstündedir” buyrulmaktadır.
İnanmakla sevmek mana bakımından işte böyle içiçedir.
Bu
makam içre Vedûd isminin tüm tecellilerinde en yüksek mertebede
Peygamber Efendimiz (asm) olduğu için “Habibullah” ünvanı ona verilmiş
ve “makam-i mahbubiyet”e ancak O mazhar olmuştur.
Sahih bir hadiste Resulu Kibriya Efendimiz saadetle buyururlar ki: “Allah kulunu sevdiğinde, onun kendisiyle duyduğu duyma gücü, görme gücü, eli ve ayağı olur.” Onun
güçleri kendisi için sürekli sabittir; kör veya dilsiz bile olsa, duyma
ve görme niteliği körlük, dilsizlik ve sağırlık perdesinin ardında
sabittir. Allah, vüdd (sabit sevgi) diye isimlendirilmesi itibarıyla
sevgisi sabit olandır. Vüdd diye isimlendirilmesi dedik, çünkü bu
niteliğin dört hali, her halin kendisiyle tanındığı bir adı vardır:
Heva, vüdd, hûb ve aşk!
Sevginin
kalbe ilk düşmesi ve orada gerçekleşmesine heva denilir. Bu kelime
“yıldız kaydı” [Necm:1] anlamındaki heve en-necm ifadesinden
türetilmiştir. Ardından vüdd (meveddet) gelir. Vüdd sevginin sebat
bulması demektir. Ardından hûb gelir. Hub sevgideki duruluk ve sevenin
iradesinden çıkması demektir. Böyle bir durumda seven sevdiğinin
iradesine göre hareket eder. Ardından aşk gelir. Aşk sevginin kalbi
sarması demektir. Kelime asma ve benzeri ağaçlara sarılan dikenli
sarmaşık anlamındaki “aşaka”dan türetilmiştir: Aşk sevenin kalbini
sarar, onu sevgiliden başkasına bakamayacak hale getirerek kör eder.
Aşk öyle bir alevdir ki, bir tutuştu mu, mâşûk’tan başka her şeyi yakar… [Hz. Pir Mevlana]
Sanatkâr,
sanatını nasıl sevmez ki… Biz, hiç kuşkusuz, O’nun sanatının
ürünleriyiz. O bizim yaratıcımız olduğu kadar rızkımızın ve
maslahatlarımızın da yaratıcısıdır. Allah bir peygamberine şöyle
vahyetmiştir: “Âdemoğlu! Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım.
Şenin için yarattığım eşyada, kendim için yarattığım gayeyi telef etme.
Ey Âdemoğlu! Şanım üzerine yemin olsun ki, ben seni severim. Senin
üzerindeki hakkım karşısında, sen de beni sevmelisin.” Sanat özü gereği
sanatkârın o işi bildiğini, ona güç yetirdiğini izhar ederken aynı
zamanda, sanatkârın güzelliğini, azametini ve büyüklüğünü de delildir.
Böyle değilse (sanat) kim için, kimde ve kiminle ortaya çıkabilir ki?
Demek ki bizim var olmamız ve O’nun bizi sevmesi kaçınılmazdır. O
bizimle ve biz O’nunlayız. Hz. Peygamber bir duasında Rabbine hamd
ederken şöyle der: “Biz O’nunla ve O’nun için varız” Bu mertebe ilgi,
atıfet ve süreklilik mertebesidir.
Sevgi olmasaydı el-Vedûd bilinmezdi, Fakirlik olmasaydı el-Cevâd’a ibadet edilmezdi…
Allah, sürekli seven olduğu için el-Vedûd iken bizim için de “sürekli yaratan” [Yâsîn:81] ve “Her gün bir işte olan”
[Rahman: 29] diye nitelenendirilir. Biz hal ve söz diliyle O’na sürekli
“şunu yap bunu yap” deriz, O da yapar. O’nun bizdeki fiilinin bir
yönüyle O’na “yap” deriz. Böyle demek O’nu bir işe zorlamak
mıdır? Allah’ı hiç kimse bir işe zorlayamaz, böyle bir vehimden münezzeh
ve mütealdir. Böyle diyebilmemiz el-Vedûd isminin hükmünden
kaynaklanır. Allah, el-Gafûr, el-Vedûd ve er-Rahman, ismiyle istiva
ettiği yüce arşın sahibidir, çünkü O sevenin duyduğu derin ve coşkulu
özlemle merhamet etmiştir. Seven de sevgiliye onun niteliğiyle
kavuşabilir. Hakkın niteliği varlıktır ve bu nedenle sevene varlık
vermiştir. O’nun katında varlıktan daha tam bir şey bulunsaydı, verirken
cimrilik yapmazdı. İmam Ebu Hamid bu makamda şöyle der: “Allah katında
bir şey bulunup saklanmış olsaydı, bu durum cömertlikle çelişen bir
cimrilik, kudretle çelişen acizlik olurdu.” Allah el-Gafur ve el-Vedûd
olduğunu bildirdi. El-Vedûd gayb (mertebesinde) sevgisi ve muhabbeti
sabit olan demektir. O bizi görür. Bu nedenle sevdiğini görür, onu
görmekle sevinir. Bütün âlem bir insan mesabesinde sevilen iken
âlemdeki şahıslar insanın organlarına benzer. Sevilen sevdiğinin
muhabbetiyle vasıflanmamış, sadece onu sevilen haline getirmiştir, o
kadar!
Aşk, sayıya sığmayan sevgidir. Bu yüzden de gerçekte Hak sıfatıdır; kula verilişi, geçici bir şeydir… [Hz. Pir Mevlana]
Sonra
Allah, bazı kullarını severken aynı zamanda onlara kendisini sevme
imkânı bahşeder. Böylece kuluna eşyanın suretlerinde Hakkı müşahede
etmek ve tecellileri görmek nimetini ihsan eder. Bu itibarla Allah’ı
sevenler ile âlemin ilişkisi, göz ile göz bebeğinin ilişkisi gibidir.
Kimse takdir edemez alemde kendi mahiyetini reyi ile
Münferit vasıta-i rüyet iken, göremez kendini dîde bile
İnsanın
pek çok organı olsa bile gören ve müşahede eden organları iki gözüdür.
İnsanda göz, âlem içinde sevenler mesabesindedir. Allah kendisini
sevdiklerini bildiği için sevenlerine müşahede nimetini vermiştir. Bu
bilgi O’nun katında zevk bilgisidir. Binaenaleyh Allah O’nu sevenlere
kendine yaptığı gibi yapmıştır…
Cinler ve insanlar sadece Allah’a ibadet etsinler diye yaratıldı. Allah yaratıkların arasından onları sadece kendisini sevsinler diye yarattı. Çünkü Allah’a kulluk edecek O’nun karşısında zelil ve hor kalacak kişi ancak sevenler olabilir. İnsanın dışındaki her şey O’nun hamdini tesbih eder, çünkü Allah’ı görmemiştir ki sevebilsin! Allah insandan başka hiçbir yaratılmışa el- Cemil isminde tecelli etmemiştir. Bu nedenle insan sadece Rabbini veya Rabbinin tecelligâhı olan birisini severken bütünüyle sevgisinde fani olarak kendinden geçer. O halde âlemin gözleri -sevilen her kim olursa ölsün- âlemdeki sevenlerdir. Bütün yaratılmışlar Hakkın tecellisinin aksettiği yerlerdir. Onların sevgileri (vüdd) sabittir. Onlar sevgileri sabit olanlar iken Allah el-Vedûd’dur. İş Hak ve yaratılmış arasında yaratılmış ve Hak nedeniyle perdelenmiştir. Bu perdelenmişlik nedeniyle el-Vedûd ile birlikte el-Gafûr ismi gelmiştir. Bu gizlenme nedeniyle “Kays, Leyla’yı sevdi” denilmiştir. Hâlbuki Leyla bir tecelligâh! Veya “Ali, Fatma’yı sevdi” veya “Bülbül, gülü sevdi” denilir. Bütün bunlar, Hakkın tecellisinin makamları ve duraklarıdır. Bununla birlikte onlar, sevdiklerini isimleriyle tanımamış olabilirler. Çünkü insan bir şahsı görür, onu sever, fakat kim olduğunu veya adını veya nereli olduğunu veya evini yurdunu bilmez. Bununla birlikte sevmek, o şahsı araştırmaya, evini ve yurdunu soruşturmaya sevk eder. Onu bulamadığında, peşinden gider, soruşturur. Allah’ı sevmemiz de öyledir; Biz Allah’ı tecelligâhlarında severiz. Leyla, Gül veya başka bir ad veya herhangi bir özel isimde Allah’ı severiz, fakat sevdiğimizin Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu nedenle ismi biliriz, fakat Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu durumda ismi sevmiş, hakikati tanımamış oluruz. Yaratılmışın ise hakikati sevilir, bilinir. Bazen ismi bilinmez, sevgi onu bilmeyi mecbur kılar. Başka bir ifadeyle sevgi sevileni tanımayı gerektirir. İçimizden bazı kimseler dünya hayatında O’nu tanır ve bilirken, bazı kimseler, herhangi bir şeyi seviyorken ölene kadar O’nu tanımazlar. Perde kalktığında Allah’tan başkasını sevmediği ve yaratılmışın adının kendisini perdelediğini anlar. Nitekim insan dünyada bir şeye ibadet eder, fakat bilmediği yönden sadece Allah’a ibadet etmiştir. Bununla birlikte onun mabudu Menat, Uzza, Lat diye isimlendirilmiş olabilir. Ölümle birlikte perde kalktığında, sadece Allah’a ibadet ettiğini öğrenir. Allah şöyle buyurur: “Senin Rabbin kendisinden başkasına kulluk edilmesin diye hüküm verdi…” [İsrâ:23] Puta tapanların durumu da öyledir. Böyle bir insan taptığı putta herhangi bir tarzda ilahlık bulunmadığına inansaydı, kendisine ibadet etmezdi. Fakat “el-Gafûr, el-Vedüd.” [Burûc:14] ayetinde belirtildiği üzere çekilmiş perde nedeniyle insan O’nu tanımamıştır. Bu itibarla sadece isimler vardır. Bu nedenle hakiki mabud olan Allah, ibadeti tecelligâh ve makamlara izafe ettiklerinde insanlara şöyle der: “Onları isimlendiriniz.” İnsanlar taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı, onları tanıyacaklar, tanıdıklarında Allah ile isimlendirdikleri arasındaki farkı anlayacaklardı. Nitekim makam ve tecelligâh arasındaki fark bilinir ve “şu makam, şu tecelligahtır” dersin böylece ayrışma gerçekleşir.
Bu
babdan anlatılır ki: Leyla’nın aşkıyla deli-divane olan Mecnun çölde
dolaşırken yolu bir köye düşer. Köyde namaz kılanın önünden geçer. Namaz
kılan adam, selam verince büyük bir kızgınlıkla bağırır. Kör müsün be
adam! Namaz kılanın önünden geçilir mi? Mecnun adamın namazının önünden
geçtiğini yeni fark eder. Döner ve bağıran adama şu cevabı verir: “Ben
Leyla’nın aşkına öyle bir haldeyim ki seni görmedim. Asıl sen kendine
sor. Huzurunda namaz kıldığın Allah’ın aşkından beni nasıl görebildin.”
Aşk
üstünlükte, bilgide, defterde, kitap sahifelerinde değildir. Halk
dedikoduya düşmüştür ya, o yol âşıkların yolu değildir. Aşk, öyle bir
nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebeddedir. Bu ağaç, ne arşa
dayanır, ne de yeryüzüne, bu ağacın gövdesi de yoktur… Aklı işten atıp
hevesi kovduk… Sen de fanî güzellere iştiyak var, bir özlem var. Bu ise
puttur. Sen kendini kendinde bulur ve kendin sevgili olursan, sende
özlem kalmaz. [Hz. Pir Mevlana]
Kur’an-ı
Kerim isimler ve haller arasındaki ilişkiyi ne güzel ve sırlı bir
şekilde ortaya koymuştur. Allah, “el-Gafûr ve el-Vedûd, yüce arşın
sahibi, dilediğini yapandır.” [Buruc:14-16] buyurur. Allah sevendir,
dilediğini yapandır. Demek ki Allah sevilendir! Çünkü ancak sevilen
sevdiğine dilediğini yapabilir. Buna mukabil seven, (sevdiğinin sözünü)
dinleyen ve ona itaat edip istediklerine âmade olandır. O seven ve
el-Vedûd, yani sevginin ayrılmaz özelliklerine ve şartlarına bağlı ve
sevgisi sabit olandır. Bununla birlikte hakikat birdir. Çünkü burada
el-Vedûd, aynı zamanda dilediğini yapan demektir. Bu ilâhî uyarıda ne
hoş ve sırlı bir durum olduğuna bakınız! “…De
ki, Rabbim benim bilgimi arttır” [Taha:114] “…Allah hakkı söyler ve
doğru yola ulaştırır” [Ahzab:4]
İşte
“El-vedud” olandan bize varis kalan bu muhabbet sermayesi, merkezinde
Mevlâ yoksa, nereye yönlendirilirse yönlendirilsin, hakikatte zayi
edilmiş ve israf edilmiş olacaktır. Öyleyse gönlümüzün muhabbet
kıblesini Mevlâ’ya yöneltmek ve O’nda daim kılmak için, sürekli “Sevgini istiyorum Rabbim! Seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine eriştirecek amelin sevgisini de Sen’den niyaz ediyorum” diye huzurda niyaza durmak vaktidir:
İlahî,
sevginin bizde devamlılığı ve senin sevdiğin hallerin hayatımızda
yeşermesi için “El-vedûd” isminden dileriz ve dileniriz ki kalbimize
senin sevgini ve sevilmesini emrettiklerinin muhabbetini isâl eyleyiver
ya huuu ♥