Pages

Subscribe:

CEVŞEN DUASI

B

12 Aralık 2013 Perşembe

KAZANMAYA GİDERKEN KAYBEDİLENLER


 KAZANMAYA GİDERKEN KAYBEDİLENLER

Minareye kılıf hazırdı!
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz Müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i İmran; 102)
Bir eksiklik var bir yerlerde, bir kopuşun hikâyesi bu. Sımsıkı tutunmamız gereken bir ipin, bilerek ve isteyerek bırakılışı gibi. Uçurumların eşiğine gelmek ve oradan düşeceğini bile bile geriye dönmemek gibi. Hep uyumak ve hiç uyanmamak gibi…
İki yol vardı önümüzde
iyi ve kötü...
Bir gün, üçüncü bir yol daha eklendi hayatımıza. Nasıl olduğunu anlamadan beliriverdi yanı başımızda; bizim sandığımız fakat bizden olmayan, olmaması gereken hayatlar.
Sorgusuzca kabullendik, sanki bize uyar gibi, düşünmeden, telaşlanmadan kabullendik ve başladık o yeni hayatları yaşamaya…
Öyle hayatlar ki; ne çok iyi nede kötü.
İyilikle kötülüğün çarpıştığı, iradenin şaştığı, aklın karıştığı bir yol uzandı önümüzde. Ne garip, değişti her şey aniden. Küçük sandığımız dünyamız büyüdü birden bire. Yeni simalar, yeni dimağlar ve yeni kazançlar.
Yavaş yavaş özünü kaybetti, dünümüzde yaşanan ne varsa. Dünyaya ait yeni şeyler eklendikçe heybemize, daha çok kabarır oldu iştahımız.
İştahımız kabardıkça biz küçüldük. Yeni şeyler kazanma derdine düşerken, tahrip ettiğimiz manevi değerlerimiz, dinimiz, diyanetimiz, yeni yaralar açtı durdu gönül âlemimiz de…
Gören gözler görmüyor artık, yapılan nasihatler faydasız.
Biz “Her şeyin en doğrusunu yapıyoruz ya!” öyle diyor nefsimiz. Oysa gözlerimizde devleşen isteklerimiz, Hak katında değeri olmayan küçücük şeyler.
Biz küçük şeylere takıldık kaldık yok yere.
Çelişkiler aldı gitti başını hayatımızda, iç başka dış başka. Dilimiz başka halimiz başka.
Her şeyi yıktık, yeniden inşa etmeye kalktık, sabit ve değişmez olan dinimizin kurallarını…
Nefsimiz can atıyor diye, dünyalık eşyaya, kendimizce fetva bulmaya başladık. Minareyi çalan kılıfını hazırlar ya, o misal. Biz de çoktan çaldık minareyi. Kılıf mı? O hazırdı bile!
Nefsimiz ne derse yaptık
Birilerinin başı örtülü ama etekleri kısa veya pantolonlu. Örtü ayetine tepeden tırnağa ters düşen, Yaradan’ın emriyle alakasız bir şekilcilik zuhur etti. Rengârenk giysiler donattı sokakları, fetva hazırdı; “Olsun, moda bu, ne yapalım şimdi devir böyle” dedi, içini rahatlatmak isteyenler…
Birilerinin komşusu aç ama kendisi tok, komşusunun fukaralığından haberi bile yok. “Benim daha çok ihtiyacım var. Hele şu evi, şu arabayı bir yenileyeyim, daha sonra” dedi vicdanını susturmak isteyenler…
Birileri faizin haram olduğunu çoktan unutmuş, “Ne çıkar, artık kazanmanın usulü böyle. Ticaret bu, olmazlar da olmalı bazen” dedi gözü doymak bilmeyenler…
Yanıyor sokaklar, yanıyor evler, yanıyor yürekler!...
Yok mu gören? Yok mu bu yangınları söndürmek isteyen?
Biz kendi isteklerimize göre hareket eder olduk. Hakka karşı vefasızlık baş gösterdi, başkalarının doğrudan sapması bizi kendimize getirmesi gerekirken, biz de onların peşinden gittik. İzlerini takip ettikçe izimizi kaybettik. Yol saptı, akıl şaştı.
Karıştı her şey, hal diliyle örnek olması gereken biz Müslümanlar; hal dilini unuttuk, bir Müslüman’ı andırmaktan bile uzağız şimdi. Dışımız yıkılmaya yüz tutmuş, harabe evleri anımsatır hale geldik.
Haram dediğimiz şeylere el uzatırken yanmıyor elimiz, dil uzatırken yanmıyor dilimiz, meylederken gönlümüz yasaklara; ıstırap duymuyor yüreğimiz. Bizi dünyaya bağlayan metalar çoğaldıkça hayatımız da irademiz de üçüncü yola takıldı kaldı, gönlümüz o yola kapıldı.
Akıllıca olanı yaptık, karlı olanı tercih ediyoruz, sandık.
Oysa yanıldık çok yanıldık.
Uyanmalı artık…
Haramlar mubahlaştı, helaller rafa kaldırıldı. Çünkü helal olan, nefsin sınır tanımaz arzularına yetmedi. Yetmeyince de “Bu da olsun, şu da olsun, ne olacak ki, kime ne zararı var ki…” tarzında cümleler kol gezdi dört bir yanda. Hakkın hoşuna gitmeyen hayatlar şekillendi yavaş yavaş…
Maddi boşluklar doldu dolmasına ya, manevi boşluklar ne olacak? Umursamaz tavırlarımız nereye kadar, nereye kadar dinimizden bir haber yaşayışlarımız?
Kurallar, çiğnenmek içinmiş öyle mi?
Hayır, öyle değildir. Allah’ın ayetleri kural değil mi? Kanunlar ve yasalar hayatı düzenlemek içindir. Kuranı Kerim, Allah’ın kanun ve hükümleridir.
Doğrular bunlarken, neden sırt çevirdik bunlara?
Başımıza gelen dertlerin, yaşadığımız problemlerin sebebi, özümüzden kopuşumuz, dinimizi unutuşumuz değil mi?
İslam’ın anlamı teslim olmak değil midir, biz nasıl bir teslimiyet noktasındayız ki dışımızı kendi istediğimize göre şekillendiriyoruz?
Biz Müslümanlığın neresindeyiz ki cebimiz para görünce Allah’ı unutuyoruz?
Biz nasıl Müslümanız ki gösterişli evlerde, saraylarda O’nu arıyoruz. Saray dediğimiz, ha yıkıldı ha yıkılacak dört duvar değil midir? O’nsuzken...
Galiba teslimiyetimizi yanlış yerlere yaptık.
Allah bizim yaratıcımız, halimiz ne olursa olsun, kazancımız ne olursa olsun, O hep bizim Rabbimiz değil mi? Öyleyse neden zaman, mekân ve hayatlarımız değişince unutuyoruz O’nu?
Ya da neden, O’nu unutturan şeylere bu kadar meylediyoruz?
O’nun verdikleriyle idame ettirmiyor muyuz hayatımızı?
O’na muhtaç değil miyiz, her an her saniye?
Kazandıklarımız O’nun emanetleri değil mi?
Ve O’nun istemesi halinde, bir ömür harcayarak elde ettiğimiz kazançlarımız bir anda çıkıp gidemez mi ellerimizden?
“Benim” demeye hakkımız yok, hep “O’nun” dememiz lazım. Nankörlüğün lüzumu yok, olmamalı. Nankörlük çıkmaz sokak gibi değil midir?
Kazandığımız dünyalıklar bize vazifelerimizi unutturmamalı, lakin unutunca, kendimizi soyutlayınca, Allah’ın koyduğu kanunlardan ve kurallardan manevi kayıplarımız çoğalıyor.
Cennete senedimiz varmış gibi rahatça gülebiliyor, rahatça uyuyabiliyoruz. Yarın geç kalabiliriz, telafi etmek için hatalarımızı ve ayıplarımızı.
Şimdi uyanmalı ve hatalardan dönmenin yollarını aramalıyız. Ve bir köşeye oturmalı tepeden tırnağa, içten dışa süzmeliyiz kendimizi.
Allah’ın isteklerine uymayan görüntümüzü, halimizi, tavırlarımızı bir bir elemeliyiz.
Biz, Allah’ın sevgisinden elenmeden…
ZEYNEP YETER ASLAN