Pages

Subscribe:

CEVŞEN DUASI

B

28 Aralık 2012 Cuma

♥ Hayırlı,nurlu Cumalar olsun inşAllah....Âmin ecmain...♥




Ladesim lades olsun mu?

Ladesi bilir misiniz? Küçükken oynardık hep..Sizler de hayatınızın bir diliminde oynamışsınızdır sanırım, hatırlarsınız bu oyunu..

Hani genellikle sofrada tavuk yendiğinde, lades kemiği-tavukların göğsündeki köprücük kemiği- iki kişi tarafından tutularak ayrılır ve diğerinin “aradaki söz”ü unutturup, gafletine denk getirerek, eline bir şey vermesiyle son bulur oyun..

Kaybeden, lades yapana, başta anlaştıkları şeyi verir-öder. Ama taraflardan birisi, diğerinden bir şey alırken “aklımda” derse lades olmaz, oyun devam eder..

Ta ki “söz” aklından çıksın ve “aklımda” demeden bir şey alsın ondan..


En büyük ladesci, lades ustası kimdir biliyor musunuz?

Şeytan! Evet O!
Uğraşıyor yüzyıllardır.
Bıkmadan usanmadan, hergün yeni taktikler geliştirerek.

Bakın Kur’an’a:"...Andolsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım.
Sonra önlerinden, artlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın" dedi.” *

Çok da deneyimli, tam bir lades ustası..
Adem aleyhisselam’dan beri tecrübe sahibi olmuş..

Hem insanı, zaaf noktalarını, giriş yapacağı kapıları çok iyi biliyor.

Kimini siyasetle, kimini riyasetle,
Kimini malla, şan-şöhretle,
Kimini de şehvetle aldatıyor, avlıyor.

Önden, arkadan, sağlardan, sollardan, 4 yönden gelerek, sürekli kandırmaya çalışıyor. "Sinsice göğüslere ve kalplere vesvese vererek"**

Elest bezminde Rablerine verdikleri sözü, unutturmaya çalışıyor insanlara..

Çünkü lades yaparsa, bir ebediyet yolcusu daha yitirecek cennetlerini!
Lades yaparsa, bir kul daha gözden düşecek!

Ödül de, kayıp da büyük.
Ebedi hayat ve O’nun rızası.

Bir oyun bu lades, kıyamete dek sürecek.

Ey nefsim, sen de aldanma ona!
Sana gelişlerini, en süslü, en cazibedar, en albenili duruşlarını görmezden gel!
Hep “Aklımda” de!..
Nerde ve hangi işle meşgul olursan ol, Rabbin hep aklında olsun.
“Aklımdasın ya Rab! Benlesin”de. Sendeyim bak, hiç unutmadım seni..

Ve sen ey okuyucu, üstüne alın!

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah’ı anarlar ve hemen gerçeği görürler.” ***

Çok sıkıştırdığında bile seni, pes etme sakın!
Dua ve çok secdeyle Rabbine sığın.


Zorlandığında hemen 11 kez Felak, 11 kez de Nas suresini oku.
İksir gibidir, hemen keser içten ve dıştan gelen şeytani hücumları.


Aklımızda-saklımızdasın!

Şeytanın lades yapma taktikleri çoktur, hazırlıklı olmalı.
“Aklımda” demeli hep..Sobelemeli nefsi ve şeytanı.
Aklı, fikri, yüreği Allah’da sabitlemeli ki lades yapamasın!


Bendesin..

Öğretmenim, elimde tebeşir kara tahtada, ama aklımdasın ya Rab!.
Doktorum, ameliyatta, ama aklımdasın ya Rab!
Öğrenciyim dersde, aklımdasın..
Anneyim çocuk sallıyorum, aklımdasın.
Ev hanımıyım yemek yapıyorum, aklımdasın, sendeyim.
Caddelerde kalabalıktayım aklımdasın, benlesin.
...
...
-Ladesim lades olsun mu?
-Aklımızdasın ya Rab!

-Ladesim lades olsun mu?
-Elimiz işte ama yüreğimiz sende, aklımızda-saklımızdasın!

-Ladesim lades olsun mu?

-Aklımda!
....

Ayşe Reşad

18 Aralık 2012 Salı

______________/' SECCADE '\________________




• • •
________Sevenin,
____________Sevilenin,
________________Sevdirenin,
___________________Sevildiğine Sevinenin, ______________________Sevindirdiğine Sevinenin,


Sevildikçe Sevilenin Buluştuğu Gizli Saklı Kuytulara Serilidir

______________/' SECCADE '\________________

- Senai Demirci -

14 Aralık 2012 Cuma



2012 ARALIK 13/14 PERŞEMBEYİ CUMAYA BAĞLAYAN GECE SAFER 1-DİR..
320,000 BELA BU AYDA İNER !!!
SAFER AYI...
Soru: Safer ayına girmiş bulunuyoruz. Safer ayı, bazı felâketlerin sıklaştığı bir zaman dilimi, binaenaleyh uğursuz bir ay olduğu söyleniyor. Bu hususta bir açıklama yapar mısınız?
Cevap: Bismillâhirrahmânirrahîm.
Safer, kameri ayların ikincisinin adıdır. Resmi vesikalarla hususî mektuplarda ve takvimlerde “Saferu’l-hayr” şeklinde yazılır ve (s) rumuzuyla gösterilirdi. Bilindiği gibi kamer (ay)ın doğuş ve batışına tabi olan ay hesabına “kamerî aylar” denilmektedir ki şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîu’l-evvel, Rebîu’l-ahir, Cemaziye’l-evvel, Cemaziye’l-ahir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Hakikatte ayların sayısı ALLAH katında, ALLAH’ın kitabında -ta gökler ve yeri yarattığı günden beri- on iki aydır. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, en doğru hesaptır. O halde bilhassa bunlarda, o haram aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topyekûn harb ederlerse, siz de onlarla topyekûn harb ediniz. Bilin ki ALLAH, haramlardan, fenalıklardan sakınanlarla beraberdir.”

Ebû Bekre (R.A.)den rivayete göre, Veda haccında okuduğu hutbesinde: Takvim düzeni açısından zaman, ALLAH’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki ilk durumuna dönmüştür. Artık sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü peşi peşinedir ki, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir. Bir de Cemaziye’l-âhir ile Şaban arasında yer alan Müdar’in Receb’idir.” buyuran Hz. Peygamber (S.A.V) efendimiz haram ayların: “Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb” ayları olduğunu belirtmiştir. Araplar daha İslâmiyetden öncede bu aylara riayet ederlerdi.
Çünkü müşrik de olsalar, inanç ve yaşantılarında “Hak Din”den kalıntılar vardı. Haram aylara hürmet, Kâbe’yi tavaf etmek ve hac yapmak gibi. Tabii bütün bunlar da tahrif edilerek, aslından uzaklaştırarak yapıyorlardı. Aslında bütün batıl dinler, hep “Hak Din”den uzaklaşma neticesinde oluşmuşlardır. Hiçbir batıl din, birileri tarafından kurulmamıştır. Bu bakımdan dinimizi, olduğu gibi dosdoğru öğrenmek ve yaşamak mecburiyetindeyiz.
Araplar her yıl kendi adetlerine göre gelip hacceder, ALLAH’a iman ile putlara tapmayı birbirine karıştırıp içinden çıkılmaz garip bir inanç sistemi meydana getirirlerdi. Ama her şeye rağmen mal ve can güvenliği yoktu.
Mekke’ye hac mevsiminde gelebilmek bile başlı başına bir problem idi. O yüzden kabile reisleri hac aylarından olan Zilkade ile Zilhicce’de bir de onu izleyen Muharrem’de savaşmayı kaldırırlar ve bu ayları hürmetli sayıp kesinlikle uyulmasında ısrarla dururlardı. Böylece uzak yerlerden hac için gelenler bu üç ayda hem ibadetlerini yerine getirirler, hem de güven içinde evlerine dönme imkanı bulurlardı. gelmeden önce Haram ay denilen bu ayları kutsal tanır ve bu aylarda savaştan, yağmacılıktan kaçınırlardı.

Belalarin 1. Kat semaya indiği ay"safer ayi" (Efendimiz SAV bu ayda ölüm hastalığına tutulmuştur)

Safer ayında Levhi Mahfuz'dan birinci kat semaya 320.000 bela inmektedir. Bu belalar ve kazalar sene içine yayılmaktadır. Bir dahaki safer ayına kadar bu 320.000 beladan birinin size isabet etmesinden korunmak isterseniz, aşağıda tarif edilen namazları kılınız, tesbihatları yapınız. Aile efradınıza ve çevrenize de tavsiye ediniz. Bu namazları kılanların, bir dahaki sene aynı güne kadar (üzerine kat'i yazılmış yani ALLAH'ın Teâlâ'nın C.C., senin üzerinde gerçekleşmesine kesin hüküm verdiği kazalar müstesna) kazalardan korunacağı rivayeti vardır.
Safer ayının ilk ve son çarşamba gününün gecesinde, yani salı gecesi kılınacak namazdır;
(İSLÂM'da gece günden önce gelir. Yani Çarşamba günü, Salı Günü akşam ezanı okunduğunda giriyor)

1 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 17 Kevser Sûresi
2 Rekât : Fatiha'dan Sonda; 5 İhlâs Sûresi
3 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 1 Felâk Sûresi
4 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 1 Nâs Sûresi

Safer ayının ilk ve son çarşamba günü, öğlen ve ikindi namazı arasında kılınacak namazdır;
1 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 11 İhlâs Sûresi
2 Rekât : Fatiha'dan Sonda; 11 İhlâs Sûresi
Bu namazdan sonra 100 kere "Yâ dâfia'l-belâyâ, idfâ anna'l-belâyâ, fallâhü hayrun hâfizan ve hüve Erhâmü'r-Râhimin, inneke alâ külli şey'in kadir" okunmalı ve dua edilmelidir.

Yine Korunmak için; Ayet-el Kûrsi:
Evden çıkarken ve eve girerken Ayet-el Kûrsi okunmalıdır: Evden çıkarken okuyan her işinde muvaffak olur ve hayırlı işleri başarır. Evine gelince okursan iki Ayet-el Kûrsi arasındaki işlerin hayırlı olur ve fakirliğin önlenir. Bir kimse evinden çıkarken Ayet-el Kûrsi'yi okursa, Hakk Teâlâ yetmiş Meleğe emreder, o kimse evine gelinceye kadar ona dua ile istiğfar ederler.
Evden çıkarken üç kere: "BİSMİLLAHİ HASBİYALLAHİ LAİLAHE İLLA HÛ ALEYHİ TEVEKKELTÜ VE HÜVE RABBİL ARŞİL AZİYM" söylenmelidir.
Safer ayında her gün mutlaka 100 kere "LA HÂVLE VELÂ KUVVETE İLLA BİLLAHİL ALİYYİL AZİYM" denilmelidir. Günde 100 kere söyleyenden, en hafifi fakirlik olmak üzere 70 çeşit bela, musibet kaldırılır.
Ayrıca yine safer ayında (ve her zaman) her gün mutlaka günde 100 kere salâvat getirmek lazımdır. salâvat çok bela ve musibetleri çevirir, dünya ve Ahirette kurtuluşuna sebep olur. En EFDÂL Salâvat'ı Şerife: "ELLAHÜMME sâlli âla seyyidina Muhammedin ve âla âlihi ve sahbihi efdâle salevatike ve adade me'lumatike ve bârik ve sellim (bi adedi ilmike.)"
ALLAH'u Teâlâ'yı devamlı zikretmek lazımdır. Zira ALLAH'u Teâlâ'yı zikretmek en büyük ibadettir, belaları musibetleri çevirir. En efdal zikir "LA İLAHE İLLALLAH" dır.

Enes bin Mâlik'e RA Peygamberimizin SAV öğrettiği çok tesirli bir dua:
Bu duayı sabah (mümkünse güneş doğmadan) 3 kere ve akşam güneş battıktan hemen sonra okuyan, korkmaya tek layık olan yalnız ALLAH'tan C.C. korksun . Başta zalim devlet başkanı , şeytan, cin ve insanların şerrinden, büyü ve efsunlardan hiçbiri ALLAH'ın C.C. izniyle hiçbir şekilde zarar veremez. Hz Osman'dan RA bildirildiğine göre ani belalardanda korunur. Ayrıca Zehir verilse tesir etmez ALLAH'ın izniyle(hergün okumak lazımdır):

"Bismillahillezi Lâ Yedurrü meâs mihi şey-ün fil-erdi ve lâ fissemai ve hüves semiül âliym"

Kuşluk Namazı Ve Korunma; (iki,dört,altı,sekiz yada oniki rekât kılınabilir):
-"Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih bir sadakadır. Her tahmîd bir sadakadır, her bir tehlîl bir sadakadır. Emr-i bi'l-ma'ruf bir sadakadır. Nehy-i ani'l-münker de bir sadakadır. Bütün bunlara, kişinin kuşlukta kılacağı iki rek'at namaz kâfi gelir." Hadis-i Şerif / Müslim, Müsâfirîn 84, (720); Ebu Dâvud, Salât 301, (1286).
-"İnsanda üçyüz küsur mafsal vardır. Her bir maf sal için bir sadakada bulunması gerekir. Mescidde toprağa gömeceği bir balgam, yoldan bertaraf edeceği, bir engel... Bunları bulamazsa, kuşluk vakti kılacağı iki rek'at namaz!" Hadis-i Şerif / Ebu Dâvud, Edeb 172; (5242).
-ALLAH Teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Ey Ademoğlu! Günün evvelinde benim için dört rek'at namaz kıl, ben de sana günün sonunu garantileyeyim. '' Hadis-i Şerif / Tirmizî, Salât 346, (475).
-"Kim kuşluğun bir çift (namaz)ına devam ederse, deniz köpüğü kadar çok da olsa, ALLAH günahlarını affeder." Hadis-i Şerif / Tirmizî, Salât 346, (476). (Sadaka Cehennem ateşine perdedir.)

Safer ayı, Hicrî ayların ikincisidir. Hicrî ayların birincisi, bilindiği gibi Muharrem ayı idi ve içinde aşûre günü vardı. Üçüncüsü ise Rebî’ül-Evvel ayıdır ve bu ayın 12. Gecesinde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) arzımıza, aramıza ve gönlümüze teşrif etti.

Hicrî takvimde bazı ayların ve günlerin; gerek içinde farz kılınan ibadetler, gerekse bir kudsî tarihin unvanı olmaları hasebiyle mukaddes tanındığı biliniyor. Meselâ Recep, Şaban ve Ramazan ayları, nafile ve farz ibadetlerin içerisinde teşrî kılındığı üç ibâdet ayı olarak bilinir; bu aylardan bilhassa Ramazan ayı ve bu ay içindeki Kadir Gecesi Kur’ân’da da ifâdesini bulur; diğer ikisi de muhtelif nafile ibâdetler için münbit birer zemin teşkil ettiği sahih hadislerde beyan edilir. İslâmiyet öncesi Araplar arasında da Muharrem, Recep, Zi’l-Kâde ve Zi’l-Hicce aylarının hürmet duyulan aylardan olduğu ve bu aylarda Arapların savaş yapmaktan çekindikleri biliniyor. Sahih kaynaklarda mübarek olduğu bildirilen diğer gün ve geceleri de burada zikretmek lâzım: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Arefe gün ve geceleri, Kandil geceleri, Cuma günleri, Aşûre günü vs. gibi. Bu günlerde de gerek nafile, gerek vacip, gerekse farz olmak üzere değişik eda şekilleriyle muhtelif ibadetler yapılır.

Görüldüğü gibi İslâmiyet’te hürmet duyulan ve belli ibadetler için tahsis edilen aylar, günler ve geceler bulunmakla beraber; âfetler, musibetler ve semavî belâlar için tahsis edilen muayyen her hangi bir zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tahsisat, İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Belli ayları İlâhî musibet ayı olarak ilân etmek doğru da değildir. Allah’ın irâdesini aylarla veya günlerle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; böyle bir sınırlama çabası kulluk terbiyesine de yakışmaz.

İlâhî îkâz ve felâketler başka aylarda olmuyor mu? Kaldı ki, belli aylarda İlâhî ikazların yoğunlaştığını farz etsek bile, o ayların musibet ve uğursuzluk ayı olarak ilân edilmesi Resûlullah (asm) tarafından nehy edilmiştir.

Safer ayı cahiliye Arapları tarafından uğursuz ay olarak tanınıyor ve bu ayda umre yapmak büyük günahlardan sayılıyordu. Resûlullah (asm) ise “Umre her zaman helâldir!” buyurarak bu aya atfedilen uğursuzluk inancını kırmıştı1. Ama ne yazık ki; bu ayda akdedilen nikâhların uzun ömürlü olmayacağı, bu ayda yapılan faaliyetlerin sonuçsuz kalacağı, bu ayda başlanılan işlerin uğursuzlukla biteceği tarzındaki inançların, cahiliye Araplarından beri halk arasında yer yer varlığını sürdüre gelen hurafelerden olduğunu görüyoruz.
Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyetiyle Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hastalığın kendiliğinden sirâyeti yoktur; uğursuzluk ve baykuş ötüşünün olumsuz etkisi yoktur; Safer ayının hayır ve şerle bir alâkası yoktur; bunlar cahiliye hurafeleridir. Cüzzamlıdan, aslandan kaçtığınız gibi kaçınız!” Safer ayının normal aylardan olduğunu tespit ettikten sonra; her ne kadar güvenilir kaynaklarla teyit edilmese de, burada, Safer ayında yapılması uygun bulunan şu duâyı zikredebiliriz:

“Bismillâhirrahmânirrahîm: Allah’ım; hamd ve şükür Sana mahsustur! Minnetim Sana’dır! Ben Senin kulunum; ve ben bundan dolayı huzurluyum! Nefsimi, dînimi, dünyamı, âhiretimi, işlerimin sonunu ve amelimi Sana emânet ediyorum. Bütün Muhammed (asm) ümmetini Senin gücünün, havlinin, kudretinin ve kuvvetinin şiddetinden, Sana emânet ediyorum! Muhakkak Sen, emâneti koruyansın; hükmü nâfiz olansın; kazâsı gâlib olansın!

Yâ Ahkeme’l-Hâkimîn ve yâ Esrae’l-Hâsibîn ve yâ Ekrame me’mûlin ve ecvede mes’ûlin yâ Hayyu yâ Kayyûmu yâ Kadîmü yâ Ferdu yâ Vitru yâ Ehadu yâ Samedu yâ men lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû küfüven ehad! Yâ Azîzu Yâ Vehhâbu Salla’llâhu alâ hayr-i halkıhî Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecma’în! Âmin!”

Bu ayın son Çarşamba gününde de iki rek’at namaz kılınması; bu namazda her rek’atte bir Fatiha ve on bir İhlâs-ı Şerif okunması; namazdan sonra da on bir istiğfar ile, on bir salavât-ı şerîfe okunması tavsiye edilmiştir.
Sadakanın bu aya özel bir konumu yoktur. Diğer aylarda olduğu gibi, bu ayda da sadaka vermeye devam etmelidir.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Kitâbu’l-Hac, H. No:777
2- Buhârî, Kitâbu’t-Tıp, H. No: 1927
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...
RABBİ, RABBİ, YA RABBİ, YA RABBİ, CELLE CELALEHU; Sana, Bütün hamd, şükür, zikir, fikir, tefekkür, ibadet, dua ve niyazda bulunanların ve senin ilimin adedince ve zaatın ile sürüp ebedi devam edecek kadar sana şükürler hamdu senalar olsun. Ve o kadar da Peygember efendimiz Hz.Muhammed Mustafa (Sallallahu Teala Aleyhi Alihi ve Sellem)'e, Ehl-i Beyt'ine, Evladlarına, Ashabına, Ezvacına, Ehline, Yolundan gidenlere ve Bütün ehli İmana Salat ve Selam eyle. Ya MALİKEL MÜLK, Şeyhim Sultanul Evliya GavsulAzam Seyyid Abdulkadir Geylani ve yolundan gidenleri; Anne babalarımızı, akrabalarımızı, eş, dost ve Tüm sevdiklerimizi ve bizi sevenleri, bizi bu ay ve diğer ay ve günlerde gecelerde ve anlarda hertürlü kaza, musibet, bela ve şerlerden Emin ve muhafaza eyle. Def eyle. ve Ya RABBİ bize hertürlü dünya ve ahiret, hayır, kısmet ve rızıkları hesapsız bereketli olarak koşarak bize gönder. İLAHİ, İLAHEL ALEMİN,Ya RABBİ! Yuvalarımıza saadet ver, ömrümüze Hayır, bereket ver, dünya ve ahiret kazançlarımızı helalinden, hesapsız bol ve bereketli eyle! Ebedi, Rızana uygun yaşayıp yaşatmayı nasip eyle. DiLimize Düşen, KaLbimizden Geçen, Bizim Bildiğimiz ve BiLemediğimiz, Ama Bizim İçin Hayırlı OLan Ne Varsa Dünya ve Ahiret için, ver Ya RABBİ. Ya RAHMAN; bu duaya amin diyen, işiten, okuyan, paylaşan, göz ucuylada olsa gören, her kim ise onlarıda kat kat nasiplendir ve, ne murad, istek ve hayırlarına sebep olacak şeyler var ise ver ALLAHIM. Ya HAYYU Ya KAYYUM Biz bu kadar isteyebildik sen bize nurun Ala nur ile en az 700.000 katı ile lutfeyle. RAHMAN ve RAHİM olan ALLAH'IM Sen çok cömert ve Kerim olan Tek RABBİ'mizsin, sen dilemeseydin, biz senden isteyemezdik. Ve Sen bize söz verdiğin gibi Dualarımızı kabul ve makbul eyle. Bu duaLarımızı; Sevgilim, Peygamberimiz Hz.Muhammed Mustafa Sallallahu Teala Aleyhi Alihi ve Sellem'in dualarının arasında, Şeyh Seyyid Abdulkadir Geylani (ks.) duaLarı arasında ve sevgili kullarının duası arasında ve duaları kabul olan kulların duası arasında ve Her dua edenin duası arasında, Muhakkak, illaki, acilen Kabul eyle. Amin, Amin, Amin Ecmain. Velhamdulillahi RABBİL Alemin. EL-FATİHA TAMA SALAVAT

7 Aralık 2012 Cuma

♥ Kırk Kapılı Saray ♥HAYIRLI,NURLU CUMALAR♥

 




♥ Kırk Kapılı Saray
Gel!
Nil yeşili dualar dökülür dudaklarımdan
Gel ve topla eteklerine beyaz karanfil /

____________________________bu dâvet ki
_______________________(mührü perva/neyi aşktır)

ah! izbe kuyularda şair
ve şuur ki sefâleti derinde
mukâyesedeyim ey! şiir telâşımı mâzur gör
zâyiât var şu ömrün seferinde.

öksüzüm şairini kaybetmiş bir şiir kadar
ve yetimliğimdir vefâ
nasıl da âcizim kimlik/siz hatta cisim/siz
değil midir ki imge deryalarına meydan okur da koca şair
iki dizelik şiirin neminde boğulur; nefessiz…

M-âdem ki adı aşk
ve M-âdem ki oturur kırk kapının ardında
gitmeliyim.

yürü be hey derman, yürü; tan vakti peşrevince!
yürü; hırçın rüzgârların ardınca!
yürü; usulü-adabınca, ne yolundan ne sözünden cay!
Ya hay! Ya hay! Ya hay!

ve keza
şimdi bir veda salkımından ayrılmış taneyim
takvim, güzün yapraklarını döküyor
gazel üstüne gazel atarken adımlarım
üç, beş, dokuz derken anbean ve de kazâran
ah nasıl kırılgan yürüyor!
daha onuncu kapıda kuşkular kuşatmada
yüz misli yere düştü yüz, kurudu dil
o da ne’ydi ansızın tutu bakışlarımı
ellerime kapandı bir hercâi karanfil
El- insaffff!

ve dedi ki:
ey! vuslatın kırmızı rengi,
ey! puslu camların tenhasında giz,
riyâ kadar rüya mı bu?
fikrin kisvesinden sıyrılan aklım
az sonra üşüyecek akılsızlığımın çıplağında
beynimde gürleyen çalkantı isli kan/dil
merhametime “aptal “ diye leke düşürecek.
horlayacak göz uçlarıma sığınan saf yağmuru
umarsız el/ve/dağlar ipek kanatlı men/dil
cismin yanında külün hükmü ne’ydi?
hava ney/di, su ney/di, toprak ne?
aşk ateşin, körüğünde kül döndüm pervâne.

sus, dedi “merhametim“ kâfi,
kum beyazı mantık dökülür dudaklarından
kaldır ellerini, savrul rüzgârınla beyaz karanfil
evren; döndüğünce aşk, nefes; aldığınca hava…
gerisin geri zehri cefâ / sade sevgi, ne hoş sefâ
hoşsak / bu hoşlukta sarhoşsak /
candan öte cihan feda / ya da / diyordum ki:
lütufkâr gülümsedi o hercâi karanfil
gökyüzünde yıldız oldu yaldız yaldız karanfil

şaş/kınım
oysa ki hançeri, sinemi kesen sorular dayanmıştı cana
şiir şifresinden soyundu ve karşımda çırılçıplaktı mânâ

kanıtlı ama tanıksız yürüdüm
hiç de yün/gül değil yüküm
tadı, varla yok arası alışmışlıkların pençesinde
en/gebeler yegâne hüzün
yollar yadırgamışlıklarla dolu, yabansı…
uç sokaklar bahşiş gibi gelir, ya dinlence
soluksuz çiseleyen kan tere karşı gücüm küstü
burkuldum yirminci kapıda tek ayaküstü
bileğime sarıldı sanki balçık rengi kil
o da ne’ydi ansızın çekiyordu içine
üzerime sıçradı çamurlu bir karanfil
El-sineeee!

ve dedi ki:
itirafım sessizliğim kadar vermez ezâ
kafamı yerine oturtacak lâyıkıyla bir cevap belki
ben ey! soylu yüzümde
tek bir şeytana yer vermeyen melek
iz sürdüğüm günahın
prangalarında mı çürüttüm mâsumiyeti,
nasıl bir kötülüğe karşı verilir ki bu ceza,
uykumda ben mi işledim, faili ben mi?
evhamı şirke koşmuş ezip geçen cinayeti
kalpsizlik bu ki izahı zaafsa eğer
namertlere mertliğimi kurban vereli
indim aşağılara kadar
daha ne kadar küçülebilirim ki
güneş küskünü yerde
üç kuruşluk t-ahtım
t-acımın uğultusu ayrı kıyâmet
daha ne kadar direnebilirim ki! ..
cismin yanında ruhun hükmü ne’ydi
ar ney/di, har ney/di, karar ne?
aşk ateşin, çamurunda hiçe döndüm pervâne.

sus dedi “sabrım“ mâzi…
kevser beyazı umut dökülür dudaklarından
kaldır ellerini yıka durulmuşluğunda beyaz karanfil
gönül, kıblen döndüğünce har / tevâzu, baş eğdiğince yar.
kar/ar zaten ar / alnından öpüyor o aşk-ı nurun secdesi
eğer aşksak / aşıksak /aşk elinde maşuksak /ne hoş!
loş çilehanende aşk olsun, koş diyordum koş!
ferah ferah gülümsedi o çamurlu karanfil
gök çatıda gün/eş açtı pırıl pırıl karanfil

hay/retteydim
hallacında savrulan şiir, cezbesinden serpildi zamana
ihtirası sözlerin ki kıyâmet ve sûrundan üflüyordu mânâ

ilerledim ezilmiş yüreğimde söz çırpınıyorken
yel/kovanın kanatları olmamıştı hiç
zamanı kıskacında zehirliyordu akrepler
ve zembereğine su doluyordu saatlerin
tarihin ceviz sandukasında âlem-î dünya
tekerrür içinde sararmaya yüz tutmuş ruh
otuzuncu kapının sapağına dönerken
ötelenmişti gücüm mesafeden kaç mil
ne zamandı sezmedim izimden iz sürmüştü
yaslanmıştı omzuma o solmuş bir karanfil
El-amannn!

Ve dedi ki:
terk-i diyardayım içlendiğim muamma
nasıl bir çelik paslanıp da kırılmayan çark
yıl aldıkça kocamayan dünya
ah! nasıl da anlımın terini,
gözümün ferini kuruttu
şimdi bağışlayabilir miyim cüretini?
hiçbir kış düşerken izin almadı saçlarımdan
görmedim dalımdan yaprağımı semiren hazanı,
görmedim bana danışmadan bir hevesle giden baharı
daha kaç kulaç, kaç çukur, kaç adım gerek?
biliyorum bu son tipi beni bin parçaya bölecek!
cismin yanında aşkın hükmü ney/di?
kor ney/di, ateş ney/di, har ne?
aşk alevin, dumanında üfler durur pervâne.

sus, dedi “ şefkatim “ bâki…
kır beyazı zaman dökülür dudaklarından
kaldır ellerini ömre bedel günde yıka beyaz karanfil
yolcusundur dibi delik şu dünya san/dalında
elbet çakar bir çıtırtı, bir çıngı aşk
elbet senin de yanar gönül mangalında
unutma / aşk, ıstırâbın suyu / yeri bir bilinmez kuyu
ister dal düşünmeden / ister düşünde uyu /
ben demedim, şiir dedi.
ser/incecik gülümsedi solmuş, bitmiş karanfil
gök kubbede dolunaydı on dördünde karanfil

ey/vahtaydım
alelâde bir söz değildi şiir, ruhun orta yerinden sızma
aleni celsede iki büklüm ıtrî ve mey kızılı postunda sekiz asırlık mânâ

en nihayet vardım otuz dokuz ardından
o da ne’ydi, sarstı beni, titredim
kırkıncı son kapıda devâsa bir sır ayna
“huzur hangi çağ/layıkların yatağında uyur“
soru, ünlemden çıkmadan gırtlağımda boğulur.
bu nasıl bir yansıma, beni bölmüşler kaça?
görmedeyim kendimi bin katrede bin parça!

aksi/gibi
ah kaderin zulasında şair sus-kulu ve heder
aynalardan dökülür bir gamlı keder
ah eder bu dertli konak başı
başında bir kül-ah kadar yakın mezar taşı
üzerinde ak kefeni tennure
kara toprak cilvesine kapılmış naaşı
hırkasında sükût otuz dokuz karanfil
nasıl da uysal uyuyor,
dokunmayın, belli ki can sarhoşu!

çığlığım ve yüzüm
gözümdeki savaştı vuslatın perdesi hüzün
karanlığı yokluyordum
yıkılmıştı kâinat-ı cümle arştan başıma
o yol boyu rastlantı bendim bütün karanfil
bilmezdim ki benliğimde ben “ben”i topluyordum
kaç bakalım suret, kaç nereye kaçabilirsen!
seyyah olmuş tüm evren beynimde dönüyordum.

Dur, dedi, kırk kapının ardından…
“ dön beyaz karanfil dön,
al bildiğin cevabı, merakında sön“

_______________________huzura giden yol
“ ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol “

buraya kadardı
sus, sancımdan sızan sorgu
artık hükmün kalmadı bende
mutluyum şiirini bitirmiş bir şair kadar
huzurluyum; bir anahtar, bir kapılık umudum var.
bu son zemheri, şimdi dönmeliyim ayın on dördüne
ve parlamalıyım arınıp siyahımdan ay beyazı

ve dedi ki:

ey âdemin nesli
süzül aşk sarnıcından talipsen esrarına
ister ateş, ister kül,sen yine “gel“ MEVLÂ’na

Ya hay! Ya hay! Ya hay!

Esra Kaya

14 Kasım 2012 Çarşamba

Hicri Yeni Yılınız Mübarek olsun♥

   


Selamün Aleyküm Verahmetullah...
Hicri Yılbaşı gecesi__ 10 kişiye selam vermek Sünnettir''(s.a.v)...

_____Hicri yılbaşı gecesi_____
Peygamber efendimiz (s.a.v) miladi 571’de 20 Nisana rastlayan, Rebiulevvel ayının 12. Pazartesi sabahı, Mekke’de doğdu. 622’de Mekke’den Medine’ye hicret etti. 20 Eylül Pazartesi günü, Medine’nin Kuba köyüne geldi. Bu tarih Müslümanların şemsi yılbaşı oldu. O yılın
Muharrem ayının 1. günü de, hicri [kameri] yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir.
Duası_______...
El- Muhsi; Ey bütün eşyayı kavrayan, yarattığı her şeyin sayısını bir bir bilen Allah’ım…! Hatalarımızın adil bir şekilde sayıldığı o günde, adaletinle değil rahmetinle muamele eyle,,,,
____El- Muhyi; Ey kullarını dirilten, hayat veren, ömür bağışlayan, yaşamaları için sağlık veren Allah’ım…! Afiyet içinde güzel bir hayat ihsan eyle,,,
____El Muid; Ey bütün canlıları hayattan sonra ölüme, ölümden sonra hayata çeviren ve buna devam eden Allah’ım…! Kereminle hidayete erdir, beni hak ve hakikate ilet,,,,
____El Mübdi; Ey bütün eşya ve canlıları ilk kez var edep yaratan Allah’ım bana rahmet ve bereket kapılarını aç,,,,
_____ El Mümit; Ey kullarını öldüren, canlarını alan, ölümü yaratıp kullarına ölüm acısını tattıran Allah’ım…! Nefsimin arzu ve isteklerini, maddi ve manevi düşmanlarımı acilen öldürüp helak eyle….

13 Kasım 2012 Salı

"Nene dedim"

CARİYENİN AŞKI..♥

 
 
 
 
 
 
CARİYENİN AŞKI..
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor. Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur.

Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye...

Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir.

Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır:

DERDİ OLAN NEYLESİN?

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

DERDİ NEYSE SÖYLESİN.

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler:

KORKUYORSA NEYLESİN.

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar:

HİÇ KORKMASIN SÖYLESİN.

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur.

Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim..." der. "Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır.

Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

"Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür."

AŞKIN AMACI BİRİLERİ İÇİN ''MÜKEMMEL INSAN'' OLMAK DEĞİLDİR.
SENİ MÜKEMMELLİĞE EN ÇOK YAKLAŞTIRACAK İNSANI BULMAKTIR..!

   

AŞK BAZEN ENGİN DENİZLERDE YANLIZ KOŞMAKTIR...!

ALLAH TEALA'dan Hediye Olarak Gelen At

  



ALLAH TEALA'dan Hediye Olarak Gelen At:

Rivayet olundu: Hazreti İbrahim AlennebiyyiAleyhisSelâm ve Hazreti İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm Kâbeyi bina etmeyi bitirdiklerinde, Allahü Teâlâ, kendilerine bir at (binek) verdi. Daha onların Kâbenin kalkan temellerinin üzerinde iken Allahü Teâlâ bu atı onlara âcil bir mükâfat olarak verdi. At diğer vahşî hayvanlar gibi bir vahşî idi.

Allahü Teâlâ İbrahim AlennebiyyiAleyhisSelâm ve Hazreti İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm'a Kâbenin temellerini yükseltme izni verdiğinde onlara:
-”Sizin için depolamış olduğum bir hazineyi size vereceğim,” buyurdu. Sonra İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm’a:
-”Ecyâd dağının üzerine çık. Orada hazineyi çağır, o sana gelir,” diye vahyetti. İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm, Ecyâd dağına çıktı. Duanın ve hazinenin ne olduğunu bilmiyordu. Allahü Teâlâ, yapacağı duayı İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm’a ilham etti. Yeryüzünde ve Arab toprağında bulunan bütün atlar, İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm’a icabet ettiler, çağrısına uydular. İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm, atın alnından tuttu. At, İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm’a karşı çok uysal oldu, ona boyun eğdi. İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm ata bindi ve ona yem yedirdi. At böylece İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm’a karşı uysallaştı ve İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm onu hizmetinde kullandı.

At, babamız İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm’ın mirasıdır. At’a Arabça isim verildi. Çünkü at’ın gelmesi için dua ile emrolunan ismail AlennebiyyiAleyhisSelâm'dır. At ismail AlennebiyyiAleyhisSelâm’a gelmişti. Arabî kelimesi, Araba’ya mensub demektir. (Bu kelime) iki fetha ile okunur. Arab sahası demektir. Arablara mensûb olan demektir. Çünkü babalan İsmail AlennebiyyiAleyhisSelâm, at ile neşe aldı.

:)♥


Nutella aşkı diye bişey var ♥



 

  

O da bişeymi? Tahin-Pekmez Sevdası diye bişey var. Yakar kavurur... Dermansız dert misali...
 




Ben Gibi..♥

 

ASİ BİR ATSIN SEN
GEM VURULAMAYAN
HANİ KENDİYLE SAVAŞIP KENDİNİ YENEN !
!!....Ben gibi♥

22 Ekim 2012 Pazartesi

AŞK KALEME DEĞİNCE - XIV-♥





 
Birazdan ayrılacağım İstanbul’dan. Çocukluk hatıralarını tozlu raflara bırakıp gurbete çıkanlar gibiyim. İçimde tarifsiz/sebepsiz bir hüzün.

Sanki gidip dönmeyeceğim, ya da döndüğümde İstanbul olmayacak. Neredeyse bir haftadır tehir ediyordum bu yolculuğu. Ama artık tehir edemem. Zira hayat ne tehir etmeye, ne de beklemeye gelmiyor.

İstemeye istemeye yükleniyorum  çantamı ve atıyorum kendimi dışarı. Aldırmıyorum yağmura, yürüyorum usul usul. Koşuşturan insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan vedalaşıyorum İstanbul’umla..

Ah İstanbul
Yine tutamadın kendini
Ağlıyorsun
Tüm sokaklarını
Gözyaşınla yıkıyorsun
Ağla İstanbul ağla
Yalnız sokaklarını değil
İnsanlarını da yıka…

Sonra ölümsüz dizeleri geliyor aklıma üstadın:

“Kavuşmak nasıl olmaz / Madem ki ayrılık var..”

Metrodayım nihayet. Her zamankinden daha kalabalık sanki bugün. Mutsuz insan siluetleri karabasan gibi çöküveriyor ruhuma. Daralıyorum..

Kulaklığımı takıyorum ve sıyrılıyorum bu ruh halinden. Zamanda tatlı bir seyahate başlıyorum Erkan Oğur’un buğulu sesiyle:

“Bülbülüm altın kafeste
Öter aheste aheste…”

Birkaç durak sonra atıyorum kendimi dışarı. Otogardayım. Otogar her zamanki hengamesinden çok uzak. Sessiz.. Terk edilmiş bir kent gibi adeta. Hızlı adımlarla, adeta koşarcasına gidip biletimi alıyorum.

Beni İstanbul’ dan ayıracak otobüsün koltuğundayım nihayet.

Yağmur damlacıkları dövüyor camı. Ve yalnızlık biraz daha hissettiriyor kendini. Okumaya çalışıyorum ama nafile. Duygular zihnimde öylesine raks ediyor ki, okuduğum sayfanın tek bir satırını bile anlamıyorum.

Bu durumun sebebi kitapmışçasına, öfkeyle kapatıp atıyorum çantama. Ve uzanıp arkama kendimi dinliyorum.

Ne çok şey geçiyor yüreğimden bir bilsen..

Ve ne çok şey söylüyor yüreğim, dinlesen…

Yaşadığım her şeyi fazlasıyla önemsediğimi, kutsadığımı ve derinleştirdiğimi düşünüyorum.

“Dünyada aşk diye bir şey varsa bu kesinlikle benim yaşadığımdır.” diyordum.

Yanılmışım..

“Ne kadar yer tuttuysan bende, sende o kadar yerim vardır.” sanıyordum.

Yanılmışım.

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varken, beni Leyla eden bu sevdanın sendeki ederi bir yıl bile değilmiş

Kızıyorum kendime
İçimde savaş var
Duygularım un ufak
Duyuyor musun
Kopan çığlıkları
Ve
Yüreğimde
Can kırıkları..


Meğer
Bir lekeymişim yüreğinde
Yanımdayken sen
Zaman durmuş
Ben yitmişim
Yaklaştıkça sana
Benden uzağa gitmişim..
Ve
Sen olayım derken
Tükenmişim bitmişim


Ya sen vefasız
Çoktan unutmuşsun
Yokluğumda bile
Vurmuşsun
Yetmemiş
Bir de yeni sevda bulmuşsun
Gözün aydın olsun
Ne diyeyim
Canın sağ olsun.
Öyle ya
Ben sana can derdim..
Şimdi
Derdimi güle verdim
Haykırıyorum…


Sevdalar uslanmasın
Yağmurlar ıslanmasın..
 

12 Ekim 2012 Cuma

Ey Sözümü İşiten Dostum;

Fotoğraf: Ey Sözümü İşiten Dostum;
Söz, yürekten çıktığı zaman ancak yüreğe gider. Sen de sözlerini yürekten söyle. Sana söyleneni iyi dinle. Yürekten geleni al, keder vereni bırak. Güzele çağıranı al, boş olanı bırak. Rûhunun istediğini al, istemediğini bırak..
Hayat önemlidir. Neş’elen ve gül. Hüzünlen ve ağla. Ne yaparsan yap, ama ALLAH rızası için olsun yaptığın. Gördüğün göreceğin ALLAH rızası için olsun...
Sana rahmet veren Rahman’dır. Merhamet veren, şevk veren, ümit veren, sevinç veren, hüzün veren. Sana yoldaş olan Rahman’dır. İyi bil ki, hiçbir yerde bir başına değildin. Bundan sonra da olmayacaksın. Her zaman yanında olan Rahman’dır.
Asla üç şey olma. Ümitsiz olma. Şükürsüz olma. Sabırsız olma. Mevlâ’yı bilen ümidi bilmeli. O’nu bilen şükretmeli. O’na inananın sabırlı olmalı her ameli.
O seni terk etsin, peşinden koş git. O yüz vermesin, sen ona yalvar. Sana, bilmen gereken ve öğrenebileceğin en değerli şeyi haber vereyim mi? Sahip olabileceğin en kıymetli şey, imanındır. ALLAH’a inan, mutlu ol. O’na dayan, güçlü ol.
Kimsen yok mu? Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katacak, kimsen yok mu? Sen ister “şu var” de, ister “bu”, istersen “yok işte, kimsem yok” de;
hakiki bir dostun kesinlikle var. Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katan ebedî dostunu, Rabbini unutma!
Ey Sözümü İşiten Dostum;
Sözlerim bitti. Işığım söndü. Kandilim tükendi. Sen bana kulak ver de, sözleri bitmeyene, ışığı sönmeyene, kandili tükenmeyene kulak ver. O’nu sev. O’na kendini sevdir. O’nun sevdikleriyle doldur yüreğini.(alıntı) 

Ey Sözümü İşiten Dostum;
Söz, yürekten çıktığı zaman ancak yüreğe gider. Sen de sözlerini yürekten söyle. Sana söyleneni iyi dinle. Yürekten geleni al, keder vereni bırak. Güzele çağıranı al, boş olanı bırak. Rûhunun istediğini al, istemediğini bırak..
Hayat önemlidir. Neş’elen ve gül. Hüzünlen ve ağla. Ne yaparsan yap, ama ALLAH rızası için olsun yaptığın. Gördüğün göreceğin ALLAH rızası için olsun...
Sana rahmet veren Rahman’dır. Merhamet veren, şevk veren, ümit veren, sevinç veren, hüzün veren. Sana yoldaş olan Rahman’dır. İyi bil ki, hiçbir yerde bir başına değildin. Bundan sonra da olmayacaksın. Her zaman yanında olan Rahman’dır.
Asla üç şey olma. Ümitsiz olma. Şükürsüz olma. Sabırsız olma. Mevlâ’yı bilen ümidi bilmeli. O’nu bilen şükretmeli. O’na inananın sabırlı olmalı her ameli.
O seni terk etsin, peşinden koş git. O yüz vermesin, sen ona yalvar. Sana, bilmen gereken ve öğrenebileceğin en değerli şeyi haber vereyim mi? Sahip olabileceğin en kıymetli şey, imanındır. ALLAH’a inan, mutlu ol. O’na dayan, güçlü ol.
Kimsen yok mu? Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katacak, kimsen yok mu? Sen ister “şu var” de, ister “bu”, istersen “yok işte, kimsem yok” de;
hakiki bir dostun kesinlikle var. Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katan ebedî dostunu, Rabbini unutma!
Ey Sözümü İşiten Dostum;
Sözlerim bitti. Işığım söndü. Kandilim tükendi. Sen bana kulak ver de, sözleri bitmeyene, ışığı sönmeyene, kandili tükenmeyene kulak ver. O’nu sev. O’na kendini sevdir. O’nun sevdikleriyle doldur yüreğini.

Seni anlatmaya dilim dönmüyor, gücüm yetmiyor.♥

 
Seni anlatmaya dilim dönmüyor, gücüm yetmiyor. Harfler, seni anlatmaya kafi gelmiyor!
Seni anlatmak için yeni harfler, yeni kelimeler bulmak gerek. ....hz pir ks

11 Ekim 2012 Perşembe

Mevlana’dan beş vakte beş yazı…

namaz  
Sabah Namazı;
Vakit seher? Zamanın rahmine sabahın nutfesi düştü az önce. Gün doğuyor yine ve yeniden.

Şimdi hatırla ki, sen de bir zamanlar yokluğun karanlığında yitiktin. Kimsenin adını bilmediği, hatırını saymadığı bir yetimdin. Hatırla ki, Rab bin seni yokluğun gecesinden varlık ufkuna eriştirdi. Unutulmuşluğun gecesinde bırakmadı seni. Rab bin seni sahipsiz de bırakmadı.

Şimdi seher vakti. Sıyrıl gafletin gecesinden. Sehere aç gözlerini. Rab bine aç kalbini. Uyan. Uyan ve an seni hiç unutmayan Rabbin’i. Herkes unutsa bile seni unutmayan Rab bini herkesin O’nu unuttuğu anda an! Kalk! Kalk ve miracına eşlik et En Sevgilinin [asm].

Şimdi sabah namazı vakti…


Öğle Namazı;
Vakit öğle… Güneş göğün en yüksek noktasında. Tıpkı gençliğin gibi. Şimdi gün de bir delikanlı. Heyecanlı ve telaşlı… Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, hiç akşam olmayacakmış gibi… Oysa güneş şimdi batmaya başladı. Zirveye erişen herkes gibi o da alçalmaya başladı. Akşama akıyor ışıklar artık. Bil ki gün akşamlıdır; bil ki yazın sonu hazandır.

Vakit öğle… O kadar gürültü var ki ortalıkta. Kalbinin sesini duyamıyorsun bile. Ruhunun sonsuza uzanan emellerine kör olmak üzeresin. Telaşların arasından sıyrıl, yer ayır ruhuna. Kalbini sonsuzluğa bitiştir. Alnını secdeye değdir.

Şimdi öğle namazı vakti.


İkindi Namazı;
Vakit ikindi. Gün ihtiyarladı. Güneş solgun rengini bırakıyor güller üstüne. Hüzün renkli bulutlar sardı göğü. Güneşin saltanatı bitmek üzere. Zevale akıyor ışıklar.

Hatırla ki, sen de bir ömrün ikindisine yürüyorsun. Tenin soluyor. Gözlerinin feri çekiliyor. Öbür kıyısındasın artık nehrin. Güz yaprakları gibi. Hem dalındasın hayatın hem de düşmeye hazırsın.
Rüzgârı bekliyor gibisin. İnceldiğin yerden kopmaya hazırsın. Hoyrat bir rüzgâr artık zaman.

Şimdi ikindi vakti. Secdeye koy alnını. Zamanın Sahibini selâmla. O’na konuş, O’nunla konuş; dualarını fısılda. Sonsuzluğa tutun hece, hece.

Şimdi ikindi namazı vakti.


Akşam Namazı;
Vakit akşam. Gün ölmek üzere. Güneş ışıklarını topluyor eşyanın üzerinden. Kızılca kıyameti kopuyor dünyanın. Kara kefenini giyiniyor gün. Gülün rengi soluyor, eşyanın cezbesi yitiveriyor.

Hatırla ki, senin de akşamın olacak bir gün. Ömrünün ışıkları solacak. Hayatının perdesi çekilecek. Dudaklarında donacak gülüşün güneşi. Zaman uçurumun olacak; gelen günün güneşi sana doğmayacak.

Şimdi akşam. Herkesin senden uzaklaşacağı ölüm anını hatırla ki, sen de şimdi herkesten ve her şeyden uzaklaşıp Rab bine yanaşasın. Seni sen yokken de bilen Rab bin, sen öldükten sonra da bilecek elbet.
Herkesin unuttuğu yerde seni bir O hatırlayacak. Hatırını yalnız O bilecek.Sen de O’nu an şimdi.

Şimdi akşam namazı vakti.


Yatsı Namazı;
Vakit Yatsı. Gün çoktan öldü. Güneş ışıklarını topladı. Gece hükmediyor âleme. Güneşin saltanatı bitti. Işıklar tükendi ufuklarda. Renkler ellerini çekti eşyadan. Gül soldu, gün soldu. Göğe yöneldi gözler.

Hatırla ki, Sen de unutuşun kara gecesine yuvarlanacaksın. Bir adın kalacak geriye. Bir mezar taşın hatırlayacak belki Seni. Belki o da unutacak.

Düşün ki, unutuşun koyu karanlığı çökmüş üzerine. Yokluğuna çoktan alışılmış. Unutuluşun hepten kanıksanmış. Kimsenin özlediği bile değilsin artık.

Hatırla bunları. Hatırla ki, çoklarının Seni unuttuğu bu gece, herkesi unutup Sen de O’nu hatırla. Çoklarının ışıklara kanıp sahte renklerin kuyularına daldığı bu gece, Rab bini an, Rabbine kan, Rabbine uyan.

Evet, işte Şimdi yatsı namazı vakti…

selam ve dua ile… 



Bana iki çay biri askıda…

  


Bana iki çay biri askıda…
Askıda çay, askıda ekmek, askıda yemek, askıda (İHTİYAÇ)…
Paylaşmanın en zarif hallerinden,


Fikirlerin en kıymetlilerinden, kısacası ne kadar uzaklardan gelse de oldukça bizden!
Akşam işinizden çıktınız evinize doğru yol alıyorsunuz ekmek almak için fırına uğradınız.Size iki ekmek lazımken üç tane parası verdiniz ve biri askıda dediniz, iki ekmeği alıp çıktınız.
Fırıncı abimiz hemen yazdı tabelasına “Askıda Ekmek-1″
Bunu gören yoksul arkadaş rahatlıkla fırına girdi, bir ekmek istedi, askıdan olsun diye ekledi; zaten parası ödenmiş olan ekmeğini aldı ve gitti…
Mutlu sona ulaşmak ne de kolay oldu di mi?
Zaman zaman aklımızdan çıksada sorumluyuz birbirimizden ve bu insanlığın en güzel yükü paylaştıkça hafifleyen…


Şükür Neredeydi ?

  


Şükür Neredeydi ?
Şükür….
Ne zaman kaybettik seni biz?..
Ve ne zaman bu kadar sitemkar,
bu kadar hoşnutsuz olduk..


Yediğimizin içtiğimizin, gördüğümüzün,
gezdiğimizin, işittiğimizin, hissettiğimizin,

tattığımızın, tuttuğumuzun,en mühimi,aklımızın

ve sağlığımızın,şükrünü ne zaman kaybettik biz?..

Biz şükrü kaybettik, stresle sardık bedenimizi..

Sinir sistemine yüklendik farkında olmadan..

ve ince ince ağlarla tüm vücudu kaplayan sinirler,

organları ve hatta zihinleri hasta etti,

geri dönüşümsüz hasarlar verdi..

Cilt ile sinir sistemi aynı kökenden yaratılmıştı,

ciltten çıktı hastalıkların kimileri..

Evet, sinirdi, stresti, mutsuzluktu, hoşnutsuzluktu,

karamsarlıktı, tatminsizlikti

ve şükürsüzlüktü hep şikayetlerimiz..

Dilimizden eksik etmediğimiz..

Ne ki, şikayetin ucu nereye gidiyordu, bilmediğimiz..

Şükrü bulsak yeniden, gelir mi

mutluluğumuz, huzurumuz,

kanaatkarlığımız, ruh ve beden sağlığımız??..

Neydi isteyip de alamadıklarımız??

Daha iyi bir ev mi, araba mı, giysiler mi,

yiyecekler mi, turlar geziler mi?..

Başarı mı, övgü mü, itibar mı, kibir mi?..

Uğruna mesailerimizi, emeklerimizi,

zihnimizi harcadıklarımız?..Neydi sahi”aradığımız”..

Aradığımız, aslında kaybettiğimiz “şükrümüz”dü..

Başka hiçbir şeyle dolmazdı

içimizdeki boşluk ve hoşnutsuzluk..

Ama şükür yoktu ortalıkta,

ve içlerimiz

bomboştu..

Hayatlarımız, bir ucundan delinmiş çuvaldaki

tanelerin boşalması gibi boşalıyordu..

Boş bir çuvala dönüyordu..

Püff dese rüzgar; düşecek, yıkılacak bir çuval..

İman zedeleniyordu, hayat boşa sarf olunuyordu..

Her yerde bir kayıp esintisi, esip duruyordu…

Ama yaşlı bir teyze buldu onu..

Ekmek bulamadığı günlerde, onunla doydu..

Ölmekten değil, ölmemekten korktu..

Açlığa ve hastalığa sabretti..

İşte, tüm mesailerini dünyalık emeller,

hırs ve ihtiyaçlar için sarf etmemişti,

çuvalında bir tanecik buğday yoktu belki..

Ama hepimizden büyük bir serveti vardı..

Şükür..

O şükür dedikçe ışıldadı gözleri…

O şükür dedikçe utandım gözlerimden..

Şükür.. dedim..

Neredeydi?..

Rabia Nazik KAYA

Ey Ğafur-u Rahim!

 


Ey Ğafur-u Rahim! Elimi günahtan koru! Dilimi günahtan koru! Belimi günahtan koru! Gözümü günahtan koru! Kulağımı günahtan koru! Havass-ı zâhiremi ve bâtınamı günahtan koru! Bin kere bozmuş olsam da, tövbemi kabul et! Âmin.
Ey Hâdî-i Rahîm! Üzerimize hidayetini artır! Lütfunu artır! Rahmetini artır! Merhametini artır! Bizi hidayet üzere müstakim eyle!! Bizi istikamet üzere sabit kıl! Bize sebat ü…

zere muvaffakiyet lütfeyle! Tevfik ve hidayette ihlâsımızı eksik kılma! Âmin!

Ey Mabud-ı Bilhak! Ubudiyetimizi kemale erdir! Kulluğumuzu tamama erdir! Kusurlarımızı bağışla! Namazımızı tadil-i erkâna ulaştır! Rükünlerimizde ihlâsı müyesser kıl! Hükümlerimizden hikmeti kaldırma! Ruhumuzu İnsaniyet-i Kübra sırrına ulaştır! Din-i Mübinini anlamayı ve yaşamayı bize pahalı kılma! Âmin!
Süleyman Kösmene

9 Ekim 2012 Salı

Yaşantıyı seyretmezsen seyretmeyi öğrenemezsin ki ...





Yaşantıyı seyretmezsen seyretmeyi öğrenemezsin ki
daha yaşantıyı seyretmeyi öğrendikten sonra sahneleri
yorumlamak var
yönetmeni anlamak var
kendi hayatın olduğunu farkedip başrolü kapmak var



 

Sahneye sen gelirsin bu günden başka tüm düşünceni atarsın
ve bu gün bulunduğun yeri apartmanın giriş katı dersin
bu gün bulunduğun kattan dünyaya bakarsın
görebildiğini anlamaya çalışırsın

Sonra hadis i şerifi bir daha okursun
ve ertesi günü apartmanın birinci katına çıkarsın
tekrar dünyaya baktığında görebildiğin alanın genişlediğini görürsün
üstelik zemin katında s
ana yakın olanların da (ister insan ister dert ister zevk)
bir miktar uzaklaşmış olduğunu görürsün
ancak şimdi bulunduğun kata ait de sana yakın insanlar dertler ve zevkler olduğunu göreceksin


 Sonra hadis i şerifi bir daha okursun
ve bir sonraki gün bir kat daha çıkarsın apartmanda
yine dünyaya baktığında bir önceki günden daha geniş bir alan gördüğünü
ancak daha az sayı
da yakın insan olduğunu zevklerinde azaldığını
ancak yüksekliğinde bir çeşit baş dönmesi yaptığını farkedersin
İşte burda o yukarı kata çıkarken kullandığın yola
(Allahın ipine) sıkı sıkı sarılmazsan kibir gelir ve ayağın kayar
tepetaklak geldiğin yere çakılırsın.....
amma ve lakin katları yukarı tırmanışına devam edersen
dünyanın da küçüldüğünü değersizleştiğini
asıl olanın yolculuk olduğunu farketmeye başlarsın

işte bu apartman İLİM dir


hadi yolculuğun hayırlı olsun

vesselam....

 
 
 



DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ

 


Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığında
n anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.

Hz. Mevlana’nın aşkı tarifi ♥

Fotoğraf: Hz. Mevlana'nın aşkı tarifi

Ateşin olduğu yerden nasıl dumanlar çıkarsa, bir gönüle aşk şimşeği düşünce, artık o gönülde bir başka gönül kesilir. Katır çobanı incinin kıymetini bilmediği gibi, sıradan adamlar da âşıkların halini bilemez. Âşık kimse bir an dünyaya dalıp huzur bulursa aşk ondan yüz çevirir. Maşuk da araya binlerce perde çeker. Aşk hançerinin ciğerde açtığı yara ilaç kabul etmez. Onun şifası sevgilinin yüzüdür. Şimdi aşk padişahı Hazret-i Mevlânâ konuşsun. O söylerse güzel söyler:

“- Aşk, yüzüme binlerce nükteler yazdı; aşıksanız gönlümün halini görün de okuyun.
Ne kadehtir her an aşıklara sunulup duran kadeh; erseniz siz de bu çeşit kadehi alın, çekin!
Balıkların suyu da denizdir, ekmeği de; balıksanız ne diye ekmeğin dudağına aşıksınız?
Mihnetlerle, eziyetlerle dopdolu bir kırba var, adı benden. Atın taşı, kırın o kırbayı da tamamiyle kurtulun gitsin.”
.....
“Sevgilinin gam güneşiyle zerre-zerre olduk; senin içindeyse böyle bir heves belirmedi bile; uyuyakal.

Onun razılığını aramak için su gibi koşup duruyoruz; o nerdeymiş, derdin bile değil, uyu sen.”

“Gökyüzünde aydın ay, yıldızların arasında nasıl belirir, görünürse aşık da yüzlerce kişi arasında öyle belirir, öyle görünür.
Akıl, bütün yolları-yordamları bilir de aşkın yolunu-yordamını bilmez, şaşırır kalır.
Aşk ab-ı hayatından tadan kişi, Hızır'ın gönlüne sahiptir; arı-duru sular, güzelim kaynaklar hiç olur, hiçe sayılır onca.”

Evet: Aşk kuşu her başa konmaz, âşıkların derdini de her tabib bilmez.
Ey dünya fidanında meyveler yetiştiren kimse; bir de gönül fidanında meyveler yetiştirmeyi dene... Sabah-akşam, gündüz-gece dünya ile boğuşup duruyorsun da eline gamdan başka ne geçiyor? Gam köyüne çadır kuranlar yine bin türlü dertle bu dünyadan kopup gideceklerdir.
Şimdi dikkat kesil, kulağındaki dünya pamuğunu çıkarıp at, dostun dosta ettiğine iyice bak...
Belh Sultanı İbrahim bin Edhem, tacâ tahta tekmeyi vurup Allah ( C.C) yoluna revan olmuştur. Bu yol çok çetin ve zahmetli bir yoldu.

Zehirle pişmiş aştan yemedikçe menzile varmak da mümkün değildi...
Nice belâlara, dertlere, felâketlere uğraya uğraya yoluna devam ediyordu...
Kıvrım kıvrım uzayan yollar onu nereye götürüyordu? Gidiyordu ya canı da dudağına gelmişti sanki. Dehşetli bir yağmur yağıyor, rüzgâr onu kuru yapraklar gibi savuruyordu. Soğuk ve tipi nefesini donduracak haldeydi.

Nihayet bin türlü zahmetle bir kasabaya ulaştı. Gariplik boynunu bükmüştü. Gidecek, sığınacak bir yeri yoktu ki...

Hz. Mevlana... 


Hz. Mevlana’nın aşkı tarifi

Ateşin olduğu yerden nasıl dumanlar çıkarsa, bir gönüle aşk şimşeği düşünce, artık o gönülde bir başka gönül kesilir. Katır çobanı incinin kıymetini bilmediği gibi, sıradan adamlar da âşıkların halini bilemez. Â
şık kimse bir an dünyaya dalıp huzur bulursa aşk ondan yüz çevirir. Maşuk da araya binlerce perde çeker. Aşk hançerinin ciğerde açtığı yara ilaç kabul etmez. Onun şifası sevgilinin yüzüdür. Şimdi aşk padişahı Hazret-i Mevlânâ konuşsun. O söylerse güzel söyler:

“- Aşk, yüzüme binlerce nükteler yazdı; aşıksanız gönlümün halini görün de okuyun.
Ne kadehtir her an aşıklara sunulup duran kadeh; erseniz siz de bu çeşit kadehi alın, çekin!
Balıkların suyu da denizdir, ekmeği de; balıksanız ne diye ekmeğin dudağına aşıksınız?
Mihnetlerle, eziyetlerle dopdolu bir kırba var, adı benden. Atın taşı, kırın o kırbayı da tamamiyle kurtulun gitsin.”
.....
“Sevgilinin gam güneşiyle zerre-zerre olduk; senin içindeyse böyle bir heves belirmedi bile; uyuyakal.

Onun razılığını aramak için su gibi koşup duruyoruz; o nerdeymiş, derdin bile değil, uyu sen.”

“Gökyüzünde aydın ay, yıldızların arasında nasıl belirir, görünürse aşık da yüzlerce kişi arasında öyle belirir, öyle görünür.
Akıl, bütün yolları-yordamları bilir de aşkın yolunu-yordamını bilmez, şaşırır kalır.
Aşk ab-ı hayatından tadan kişi, Hızır’ın gönlüne sahiptir; arı-duru sular, güzelim kaynaklar hiç olur, hiçe sayılır onca.”

Evet: Aşk kuşu her başa konmaz, âşıkların derdini de her tabib bilmez.
Ey dünya fidanında meyveler yetiştiren kimse; bir de gönül fidanında meyveler yetiştirmeyi dene... Sabah-akşam, gündüz-gece dünya ile boğuşup duruyorsun da eline gamdan başka ne geçiyor? Gam köyüne çadır kuranlar yine bin türlü dertle bu dünyadan kopup gideceklerdir.
Şimdi dikkat kesil, kulağındaki dünya pamuğunu çıkarıp at, dostun dosta ettiğine iyice bak...
Belh Sultanı İbrahim bin Edhem, tacâ tahta tekmeyi vurup Allah ( C.C) yoluna revan olmuştur. Bu yol çok çetin ve zahmetli bir yoldu.

Zehirle pişmiş aştan yemedikçe menzile varmak da mümkün değildi...
Nice belâlara, dertlere, felâketlere uğraya uğraya yoluna devam ediyordu...
Kıvrım kıvrım uzayan yollar onu nereye götürüyordu? Gidiyordu ya canı da dudağına gelmişti sanki. Dehşetli bir yağmur yağıyor, rüzgâr onu kuru yapraklar gibi savuruyordu. Soğuk ve tipi nefesini donduracak haldeydi.

Nihayet bin türlü zahmetle bir kasabaya ulaştı. Gariplik boynunu bükmüştü. Gidecek, sığınacak bir yeri yoktu ki...

Hz. Mevlana...

5 Ekim 2012 Cuma

Yine bir hazan mevsimi ♥

    

Eylül toparlandı gitti işte,
Ekim falan da gider bu gidişle....

Hayatınızın hangi anını, şiirden ırak tutabilirsiniz? “Yaratandan ötürü” yaratılanın da şiir olması doğaldır.
Yediğiniz ekmek, içtiğiniz su, soluduğunuz hava, üzerinde yaşadığınız toprak ve var edilenlerin hepsi şiirdir. Şiir, akıp giden zamandır. Eylül ayrı bir şiir, ekim ayrı bir şiir, kasım ayrı bir şiirdir.
Ümit Yaşar; “Sonbahar geldi yağmurla beraber / Boynu bükük duruyor kasımpatı” diyor. Bir başka şiiri, şiir dünyamızdaki sonbaharın karekteristik özelliğinin altını çiziyor: “ ..kederliydin sonbahar akşamları gibi / ve sonbahar akşamları kadar güzel” Evet. Kederin en güzelidir sonbahar. Şakaklarımıza düşen kardır, gönlümüze çöken sonbahar..
Şairler, duygularımızı yansıtırlar ve sonbaharla hüznü, sonbaharla melânkoliyi birbirine yakıştırırlar. Hüseyin Nihal Atsız “Sonbahardı... Seninle geçiyorduk o yoldan; / Topraklardan, havadan bir hüzün taşıyordu.” diyor. Dahası, sonbahara hazan mevsimi demişler. Yahya Kemal gibi:
“Kalbim yine üzgün, seni andımda derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden ...”
Hazan bahçeleri, ağaçların renk konusunda coştuğu yerlerdir. Yeşilden kızıla, kızıldan sarıya, sarıdan kahverengiye türlü türlü renkler ve bu renklerin türlü türlü tonları.
Edip Cansever, sonbaharı tanımlıyor:
“Hohlayıp siliyorum iyice / Gözlüğümün camlarını / Göğe bakıyorum gözlerimi kısarak / Güneye gidiyor bir leylek sürüsü”
Kendimi sonbaharın tatlı hüznüne kaptırmaya çalışırken radyodan bir şarkı duyuluyor: “ Alır gider beni sarı rüzgarlarıyla sonbahar..” Bir an için, hüznü, hazanı, melankoliye bir yana bırakıp da hayatın gerçeklerine doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorum:
Benim doğduğum topraklarda sonbahar keder, hüzün, hazan, umutsuzluk, bedbinlik, karamsarlık, melankoli ve bunlara benzer bir çok kelimenin tanımının, anlatmak istediği mevsim değildir. Sonbahar, özlemlerin, umutların, heyecanların ve vuslatın mevsimidir.
Benim doğduğum topraklarda, sonbaharın ikişer üçer gün arayla değişik adları vardır. Harman, harman sonu, bağ bozumu, bahçe bozumu, güz ekimi, koyun yuyumu, bulgur kaynatımı, bulgur sokusu ve daha başkaları... Harman sonu, koç katımı, bağ bozumu coşku içinde kutlanılan, içinde Tanrı’nın verdiği nimete şükürlü sevinçli, saygılı kutlu günlerdir.
Bir yıllık çalışmanın ürünlerini almanın mutluluğu, yarınlara bir şeyler bırakabilmenin güven verici huzuru vardır sonbaharlarda. Komşular arasında yardımlaşmanın, imece geleneğinin en güzel örneklerinin verildiği günlerdir. Bir yanda pekmezlerin kaynatıldığı, bir yanda eriştelerin kesildiği, kuskusların çevrildiği, bulgurların çekildiği günlerdir:
“Üğüt bulgurları göz yaşım gibi
Gah hayalim gibi, gah düşüm gibi,
Bak özlemle yanan şu döşüm gibi
Çürüttün ömrümü ah bulgur taşı.
İmeceler elvan elvan al gibi,
Türküler yükselir selvi dal gibi,
İçinizde benim yarim var gibi,
Acıtma elimi bek bulgur taşı.
Yar imeci, ben bacada gözlerim
Çok bekledim, sızıladı dizlerim
Ne çektimse senden çektim gözlerim
Akıt bulgurları sek bulgur taşı .... (E. Kuzucular)
Bu kadar mı? Turşular, salçalar, reçeller... Ama sonbaharı, asıl dört gözle bekleyenler gençlerdir. Hasadın bereketiyle başgöz edilecek, yuva kurdurulacak gençlerdedir. Onlar ki, bir an önce sonbaharın gelmesini, ürünün bereketli olmasını arzu ederler. Sonbahara umudun, özlemin, heyecanın ve vuslatın mevsimi deyişim bundandır.
Nerede okudum hatırlayamıyorum. Aşağı yukarı şöyle yazıyordu: “...Sonbahar, yazılmış şiirleri anlama ve onların içindeki sırların anlamına erme zamanıdır. Sonbahar, trenlerle yolculuk ederken, pencereden akıp giden ağaçlara bakıp zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlamanın tadıdır... Sonbahar renkli yaz düşlerinin, açık pencereden içeri sızan seslerin, vıcık vıcık müziklerin, bahçede oynayan çocuk seslerinin yavaş yavaş tükenmesi ve yerlerini huzurlu bir sessizliğe, hüzünlü bir iç dengesizliğe terketmesi mevsimidir.”
Bence doğru. Ama aksini savunanlar da var. Cahit Sıtkı Tanrancı, hatıralarıyla halleşirken, kanat çırpışın, cama vuruşun boşuna olduğunu, güllerin açmayacağını, ötenlerin bülbül olmadığını ve bu rüzgârın başka rüzgâr olduğunu söyledikten sonra çıkışmaktadır: “Ne istersiniz benden, / Bilmem ki hâtıralar, / Gelir gelmez sonbahar?”
Hazan bahçelerinden geçerken kalbinin üzgün olduğunu söylemekle yetinen Yahya Kemal, bu defa daha da karamsar bir tablo çiziyor:
“Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir veda;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir.
Günler hazinleşir, geceler uhrevileşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere.
Anlar ki yolcu yol görünür selviliklere. ......”
Bu kadar karamsar olmaya gerek var mı? Sonbahara ulaşmanın kazandırdığı hiç mi güzellik yok? Elbette var. Bakınız sonbaharın yararları neler miş:
“Piknik yapma derdinden kurtulursunuz. Tatil günlerinde evde aile sofrasında yemek yemek size zevk verir. Ev toplantılarının sıklığı artar ve özlediğiniz arkadaşlarınızı görürsünüz. Serin sonbahar havası, yüzünüze renk getirir. Rüzgarlı bir günde yanaklarınızın kızardığını hissedersiniz. Aşırı sıcaklardan yakınmazsınız. Soğuk içecek hazırlama derdinden kurtulursunuz. Ağaçlardan dökülen yaprakların kokusu sizi geçmiş günlerin anılarına götürür. Yeni başlangıçlar yapabilir, özlediğiniz kıyafetleri giyebilirsiniz.”
Bunlar işin şakası. Sonbahar, edebiyatımızın bir döneminin sembolü olmuştur ki, bu Servet-i Fünun’dur. Servet-i Fünun şairleri, insanla sonbahar arasında benzetmeler kurmuşlar, sonbaharın rengini, musikisini şiirlerinde bir besteci, bir ressam gibi yansıtmışlardır. Günümüz Şairlerinden Atilla İlhan’ın da böyle bir şiiri var: “Kadınlar sonbahar yapraklarını dökmeye başlar / Titrek dudaklarında sarışın bir keder / Nabız kaybolur kan susar dolaşım yavaşlar ...” diyor.
Edebiyatımızın daha sonraki dönemi olan Fecr-i Ati’de durum biraz değişiyor: Ahmet Haşim, bu mevsimde düşüncelere dalsa da dünyevi zevklerden vazgeçmiyor :
"Bir taraf bahçe, bir taraf dere, / Gel uzan sevgilim benimle yere;/ Suyu yakuta döndüren bu hazan, / Bizi gark eyliyor düşüncelere..."
Güz’lü, hazanlı, sonbaharlı yüzlerce şarkımız, türkümüz var. Şu anda radyomda bir şarkı başladı: “İnanki ağlamadım /Hüzünlüyüm sadece / Gözlerimdeki yaşlar çığ gibi / Yağar böyle her gece / Güz gülleri gibiyim .....” Belki arkasından “Yine hazan mevsimi geldi” veya “Her sonbahar gelişinde” diye bir şarkı söylenecek.
Şüphem yok ki; her mevsim gibi sonbahar da şiirin kendisidir. Duygularınızın pozitif yada negatif yüküne göre, istediğiniz yöne çekebilirsiniz. Ama ben derim ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleri kulağınıza küpe olsun:
“Durgun havuzlara işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle,ufuklara bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu yeter
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.”


Ahmet Özdemir